Hayatın olağan akışı içerisinde bunların hiçbirinin yaşanmaması gerekiyordu. Açgözlü bazı kader kırıcıları olmasaydı muhtemelen yaşanmazdı da. Olanları hakkıyla anlamaya çalışan birisi nafile yere yorulacaktır. Maalesef çoğu zaman talihin cambazlıklarına insanın aklı ermiyor. Yine de akıldan çok lakırdıya ehemmiyet veren ahali, yıllarca muhtelif rivayetler uydurup, kimi garibanları da töhmet altında bırakmaktan geri durmadı. Kasaba meydanında salıncak kurar gibi darağacı kuran, okey taşlarıyla baş kesen bu kahvehane kadılarına göre her şeyin asıl sorumlusu Nizamettin Topçu’ydu. Nizamettin aslında askerdi. Eğer meraklı olmak bir meslek olsaydı Nizamettin hiç şüphesiz bu işin profesörü olurdu. Efirli gibi ufacık bir kasabadan çıkıp, üç adım atlamada Paris Olimpiyatları’na bile katılmıştı. Seçtiği soyadının askerde topçu subayı olması ile alakası yoktu. Umumi harpte, sıcağın çarpışmalardan beter olduğu çölde savaşmıştı. Nizamettin çölü soranlara önce dik dik bakar sonra yüzünü ekşiterek, “Sıcak ve kum dışında her şeyin mahrumiyeti,” derdi. En büyük mahrumiyetse elbette suydu. Padişahın şanlı ordusunda herkesin istihkakı yirmi dört saat için bir mataraydı. Sıcağa talimli en yaman askerlerin bile ancak tenekelerle su taşıyan deve kollarını gördüklerinde yüzü gülüyordu. Çöl güneşi ne kadar zalimse geceleri de o kadar tekinsizdi. Çölün bu habis sessizliğini ya dua mırıltıları ya da düşmanın aman vermeyen top atışları bozardı. Nizamettin böyle nice gece taarruzundan sağ çıkmıştı ama sonuncusunda neredeyse ölüyordu. Cephenin yarıldığı gece, siper diye yapıştıkları kumlar kaynamış, düşman topçusu dakikalar içinde ortalığı cehenneme çevirmişti. Emir çavuşu son anda üzerine kapanmasaydı Nizamettin de barutla harmanlanmış çeliğin altında ezilip gidecekti. Düşman topçusu öyle maharetliydi ki bataryasına “Mermi sür!” emri vermeye bile fırsat bulamadan Hamza Çavuş’un altında kalmıştı. O cehennem gecesinin sabahında gözlerini açtığında çöl sıcağı ortalığı kavuruyordu. İlk gördüğü tepesinde dikilen meymenetsiz bir İngiliz teğmen ve emir çavuşundan geriye kalanlardı. İngiliz teğmen gözlerini ona dikmiş bağırıyor, etrafına emirler yağdırıyordu. Sağ kulağı patlamadan dolayı ağır işitmesine rağmen bu hararetli teğmenin bağırtısını izahata ihtiyaç duymadan gayet iyi anladı. Hamza Çavuş sayesinde, parçalanacağına esir düşmüştü. Tüm kasabanın başına sardığı futbol merakına tutulması da işte bu esareti sırasında başladı.
Majestelerinin tebaası rutinlerine ve futbola düşkündür. Gittikleri yerlerden aldıklarına karşılık da futbolu yerli halka öğretmekte beis görmezler. Bu memleketlerin ahalisi bedavaya aldıklarının zorunlu müşterisine döndüklerini elbette hiçbir zaman fark edemediler. Nizamettin de maalesef beyefendi sporu diyerek bilmeden bu tezgâhın aracısı olanlardandır. Aslında, hakkı var, o zamanlar beyefendi sporuydu. Birtakım centilmenler, münevverler dört köşe sahada oradan oraya bir topun peşinde koşmayı matah bir şey bellemişti. Nizamettin’in bu belaya esir kampında nasıl tutulduğuna dair ayrıntılara pek kimse vakıf değil. Ailesine yazabildiği birkaç mektupta da bu yeni merakından pek bahsetmediği konusunda neredeyse herkes mutabık. Sonradan ekâbir takımından arkadaşlarına anlattığına göre ilk olarak kampta futbol oynayan İngiliz subaylarını izleyemeye merak sarmış, sonrasında barakasındaki çaputlardan top yapıp diğer esirlerden takım kurmuş. Kamptaki hırgürün azaldığını gören İngilizler de hiç ses etmemiş hatta karşılıklı maç bile yapmışlar. Eğer bu konudaki rivayetler doğru kabul edilirse bu takımın memleket gençlerinin kurduğu ilk millî futbol takımlarından birisi olduğu söylenebilir. O zamanlar ayak topu meselesi ülke gündemini bugün olduğu kadar işgal etmediğinden anlatılanlar maalesef kayda geçmemiştir.
Nizamettin deniz çocuğu olmasına rağmen motor takılmış herhangi bir deniz taşıtından pek hoşlanmazdı. Bir yelkenli ile devriâlem merakı da vardı ama çok şükür iyice yaşlandı da bu hevesinden vazgeçti. Serbest bırakıldığında Beyrut Limanı’nda bindirildiği Empire isimli koca vapurdan da pek hazzetmemişti. Zaten yolculukta maruz kaldıkları muameleyi hatırladığı zaman kaç yıllık esirlik hayatında yaşadıklarından daha fazla canı sıkılırdı. Empire vapuru güç bela İstanbul’a vardıktan sonra bir süre karantinada kaldı. Mütareke hükümleri katıydı. Ordu eldeki mevcudu azaltmaya çalışırken üstüne esirlikten dönenler gelmişti. O yüzden gelenler mümkün olduğunca hızlı bir şekilde terhis edilip memleketlerine gönderiliyordu. Nizamettin de sağlık muayenesinden geçtikten sonra subay olmasına bakılmaksızın, muhtemelen ağırlaşan kulağı da bahane edilip malulen tekaüt edildi. Yani o günden sonra askerlik mesleği ile alakası kalmadı.
Nizamettin, Efirli’nin tüccar ailelerindendi. Deniz ticareti ile alakası olan pek çok insan gibi onun da İstanbul’da hatırlı akrabaları vardı. Terhisi kesinleşince Bahriye Mektebi muallimlerinden dayısı Hamit Efendi işlemleri kolaylaştırmıştı. Nizamettin, Efirli’ye hemen dönmeyip bir süre dayısının konağında kaldı. Esirliği sırasında egzotik bir hastalık gibi kanına karışan futbol zehri çoktan tüm organlarına nüfuz etmişti. Türlü türlü insanın yaşadığı koca şehirde kendi gibi ayak topuna meraklı birilerini bulması çok uzun sürmedi. Ecnebilerle maçlar yaptı, bilmediği bazı kaideleri, idman usullerini öğrendi. Futbol denen meselenin sadece kalenin önüne yumulup gol atmaya çalışmak olmadığını kavradıkça daha da heyecanlandı. Elbette dayısı askerî okuldayken herkesin övgüyle bahsettiği yeğeninin bu aylaklığına bir yere kadar tahammül etti. Sürekli, “Şanlı ordumuzla beraber çarpışmış bir subaya mektep talebesi gibi ayak topu peşinde koşmak yakışıyor mu?” diye söyleniyordu.
Nizamettin dayısına futbolun bir beden oyunu olduğu kadar zekâ oyunu da olduğunu uzun süre anlatmaya çalıştı. Kendince geliştirdiği nazariyeler dayısının pek ilgisini çekmiyordu. Konakta bu konunun tartışılmasından herkes usanmıştı. Dayısı ne zaman konağın bahçesinde top sektiren yeğenine denk gelse, “Ben senin yaşında Tuna’da Rusları kovalıyordum,” demeden yanından geçmez, Nizamettin de “Haklısınız efendim,” diye geçiştirirdi. Hamit Efendi’nin bizzat kaleme aldığı, “Bahriye Topçuluğu” kitabını yeğeninin kafasına fırlattığı günse, “Gelecekte ülkeler fetihlerini topla, tüfekle değil işte bu meşin yuvarlakla yapacak,” diye cevap vereceği tutmuştu. Çileden çıkan Hamit Efendi ertesi akşam, Gülcemal vapuruna aldığı ikinci sınıf biletle Nizamettin’i evden postaladı. Nizamettin kovulduğu için hiç incinmedi. Cebine sokuşturduğu İngilizce bir futbol kitabı, topladığı spor öteberilerini koyduğu tahta bir valiz, iki meşin futbol topu ve meşhur Dinyakos Usta’ya yaptırdığı bir çift krampon ile savaştan çok sonra Efirli’ye döndü.
Nizamettin esirlik, askerlik derken neredeyse on yıldır Efirli’ye hiç gelmemişti. Onun öncesinde de askerî mektep için gurbetteydi. Büyük bir özlemle geri dönmemişti ama doğduğu yeri çok farklı buldu. Rumların imtiyazla işlettiği bakır madeni kapanmış, iskele bakımsızlıktan neredeyse yıkılacak hâle gelmişti. Kasaba merkezinde birisi Nizamettin’in ailesine ait olmak üzere birkaç fındık tüccarının yazıhanesi ve balıkçılık dışında ciddi bir ticari faaliyet yoktu. Nizamettin zaten pek heyecan vermeyen Efirli’de yapılabilecek işlere hiç ilgi duymuyordu. Zamanında kasabadan çıkmak için nasıl merakından asker olduysa, şimdi de gamsız beyzadelerden farksız, sadece futbol düşünüyordu. Döner dönmez ilk iş olarak cebine sokuşturup getirdiği İngilizce futbol kitabını çevirmeye koyuldu. Esirliği en azından bu işe yaramış, lisan bilgisini bağırmaya meraklı İngiliz zabitleri sayesinde ilerletmişti. Çeviriyle uğraşırken üç adım atlamaya merak saldı. Hatta padişah sürülüp memlekette yeni düzen kurulduktan sonra seçmelere girip olimpiyatlara bile katıldı.
Herhangi bir iş tutmayan, Kavakdüzü’nde kumda atlayan Nizamettin’in yaptığı manasız hareketlere kasabanın mürekkep yalamış muallimleri dışında kimse pek ilgi göstermedi. Asıl destekçileriyse Drama mübadili yorgancı ikizler Hasan ve Tahsin ile kunduracı Kosti’nin oğlu Haris oldu. Çeviri işini bitirince bu hevesli üç idmancıyla birlikte Efirli İdmanocağı’nı kurdu. Bugün herkesin Efirlispor diye bildiği kulübün ilk reisi de elbette ondan başkası değildi. Nizamettin’in elinde artık futbolu öğretecek fikrî bir metin ve arkasında kasabanın asgari desteği vardı. Dört kişiden müteşekkil kulüp kadrosu kasabanın direnci kırılınca hızla gelişecekti. Yorgancı kardeşler futbola yabancı değildi. Protestan olduğu için Rum sürgününden hariç tutulan Haris ise sonradan çok büyük bir futbolcu olup kasabadan uçup gidecekti. İkizlerin bildiği Tuna usulü futbol, Haris’in yeteneği ve Nizamettin’in işin ilmine hâkimiyeti harmanlanınca kimsenin umursamadığı bir sahil kasabasında garip şeylerin tohumu atılmış oldu. Efirli halkı bu dört adamla uzun süre giydikleri kısa pantolonlar yüzünden baldırı çıplak idmancılar diye dalga geçti. Kaleleri balıkçı ağlarından mamul, kramponları Kunduracı Kosti’nin atölyesinden çıkma, formaları terzi işi o takım yıllar sonra Fevkalade Lig’in kapısında şampiyonluk için yarışır hâle gelecekti.