BİRİNCİ BÖLÜM
I
Paul Bernheim’ın bir dâhi olacağına ant içtiği zamanı hâlâ hatırlıyorum.
Mütevazı bir servet biriktirmiş bir at tüccarının torunu ve artık tasarruf etmeyi beceremeyen ama şansı yaver giden bir bankacının oğluydu. Paul’un babası Bay Felix Bernheim, ortalama budalalık düzeyiyle hemşerileri tarafından sayılıp sevilecekken dünyaya karşı gamsız, mağrur bir tavır takındı ve pek çok düşman edindi. Alışılmadık talihi, diğerlerinde kıskançlık uyandırdı. Kader sanki onları büsbütün ümitsizliğe düşürmek istiyormuşçasına bir gün büyük ikramiye Bernheimlara vurdu.
Birçokları büyük ikramiyeyi ailelerinin alnına sürülmüş bir leke gibi sır olarak tutsa da Bay Bernheim sanki iyi talihinin hak ettiği kinle karşılanmayacağından endişeleniyormuşçasına çevresine yönelik belirgin küçümsemesini ikiye katladı, zaten heveslisi olmadığı selam sabahı azaltıp hatırını soranlara incitici, kayıtsız bir dalgınlıkla karşılık vermeye başladı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdiye dek sadece insanlara meydan okuyan o, doğaya da meydan okumaya başladı. Babasının şehirden pek de uzakta olmayan, çam ormanına giden büyük kara yolundaki geniş evinde oturuyordu. Sarı boyalı, kırmızı üçgen çatılı, insan boyunda gri duvarlarla çevrili ev, eski bir bahçenin ortasında, meyve, meşe ve ıhlamur ağaçları arasındaydı. Bahçenin bitimindeki ağaçların boyları duvarı aşıyor ve tepeleri kara yolunu ortasına dek gölgeliyordu. Yorgunların oturup dinlenebileceği iki yeşil geniş bank duvara ezelden beri dayalıydı. Kırlangıçlar evin içine yuva yapıyor, yaz akşamlarında ağaçların yaprakları arasından cıvıltılar yükseliyordu ve uzun duvar, ağaçlar ve banklar, güneşli sokağın sıcak tozu toprağında hoş serin bir teselliydi, sert kış günlerinde ise hiç olmazsa insanca bir yakınlık vadediyordu.
Bir yaz günü yeşil banklar ortadan kayboldu. Duvar boyunca ve ondan daha yüksek ham ahşaptan bir iskele yükseldi. Bahçedeki yaşlı ağaçlar kesiliyordu. Ağaçların nasıl parçalanıp çatırdadığı ve tepelerinin ilk kez toprağa dokunurken son kez hışırdadığı duyuluyordu. Duvar yıkıldı. Ve ahşap iskelenin delikleriyle lataların aralıkları arasından Bernheimların kel kalan bahçesini ve yakıcı bir boşluğa terk edilmiş sarı evi gören insanları, söz konusu sanki onların evi, duvarı ve ağaçlarıymışçasına bir kızgınlık aldı.
Birkaç ay sonra eski sarı, üçgen çatılı evin yerinde yeni, beyaz, ışıl ışıl bir ev duruyordu; kireçten bir Atlas’ın sırtladığı taştan bir balkona, güneyi anımsatması arzulanan yassı bir çatıya, sövelerinde moda süslere, çatının altında dönüşümlü melek başları ile şeytan masklarına ve bir yüksek mahkemeye, parlamentoya ya da yüksekokula çıkmaya yakışır görkemli bir rampaya sahipti. Artık taş duvar yerine, uçları gökyüzüne, kuşlara ve hırsızlara karşı sivriltilmiş, açık gri sık bir parmaklık yükseliyordu. Bahçede çember ve kalp şeklinde sıkıcı tarhlar; gür, kısa ve neredeyse mavi bir çimden oluşan yapay çimenlikler; ahşap çıtalarla desteklenmiş ince, hastalıklı gül fideleri görülüyordu. Tarhların ortasında kırmızıya çalan kukuletaları, gülümseyen yüzleri ve beyaz sakallarıyla, minicik ellerinde tırmık, kürek, çekiç ve ibrik tutan boyanmış pişmiş topraktan cüceler, Grützer ve Ortakları fabrikasından çıkma koca bir masal halkı misali duruyordu. Özenle iç içe geçirilmiş tarhların arasında yılan gibi kıvrılan çakıl kaplı patikalar daha onlara bakarken çatırdıyordu. Banktan eser yoktu. Ve zaten dışarıda durmanıza rağmen bu huzursuz edici ihtişam karşısında sanki saatlerce içeride dolaşmışçasına dermansız kalıyordunuz. Cüceler haybeye gülümsüyordu. İnce gül fideleri titriyor, hercai menekşeler boyalı porselen gibi görünüyordu. Bahçıvanın uzun hortumundan etrafa ince ince su çiselese de serinleme hissi vermiyor, olsa olsa sinemadaki biletçinin seyircilerin çıplak kafalarına serpiştirdiği bunaltıcı sıvıları anımsatıyordu. Bay Bernheim balkonun üzerine yaldızlı, köşeli ve zor okunan harflerle “Sans souci” yazdırmıştı.
Kimi öğleden sonraları Bay Bernheim tarhların arasında dolanırken ve bahçıvanla beraber doğanın ırzına geçerken görülürdü. O vakit bahçe makasının kıt kıt sesleri ve yeni ekilmiş, daha doğru dürüst büyümeye fırsat bulamadan İç Hizmet Yönetmeliğiyle tanışan çalıların çatırtıları duyulurdu. Evin pencereleri katiyen açık olmazdı. Çoğunlukla perdeler çekiliydi. Bazı akşamlar sarı, kalın perdelerin arasından, dolaşan ve oturan insanların gölgeleri, avizenin silueti ile ışık oyunları görülür ve Bernheimların evinde bir parti verildiği sezilirdi.
Bernheimların partilerinde soğuk, ağırbaşlı bir atmosfer hâkimdi. Evlerinde içilen şarap seçkin kökenine karşın tesirsizdi. İçen ayılıyordu. Bay Bernheim, tercihen çevredeki toprak sahiplerini, ordudan bazı beyefendileri, bilhassa feodal kökenli şahsiyetleri ve sanayi ile finans dünyasının önde gelenlerini davet ederdi. Konuklarına duyduğu saygı ve onlarda uyandırdığı intibayı kaybetme endişesi, neşeli olmasına ket vururdu. Konuklar ev sahibinin çekincesini hissedip kapıdan girerken takındıkları makul tavrı akşam boyunca korurdu. Bayan Bernheim basit şakaları anlamaz ve fıkraları komik bulmazdı. Bu arada Yahudi kökenliydi ve konukları arasında dolaşan fıkraların çoğu, “Bir gün trende bir Yahudi otururken…” diye başladığından incinmiş de hissederdi. Ve ne zaman biri bir hikâyecik anlatmaya yeltense konunun bir Yahudi’ye geleceği endişesiyle hüzünlü ve huzursuz bir sessizliğe bürünürdü. Bay Bernheim konuklarla işinden konuşmanın uygunsuz kaçacağını düşünürdü. Konuklar da aynı şekilde ona çiftçilikten, askeriyeden ve atlardan bahsetmeyi yersiz bulurdu. Ara sıra evin tek kızı Bertha Lina, iyi eğitimli bir genç kız olmanın gerektirdiği olağan ustalıkla piyanoda Chopin’den güzel bir parça çalardı. Ara sıra Bernheimların evinde dans edilirdi. Konuklar, gece yarısından bir saat sonra evlerine dönerdi. Pencerelerin ardındaki ışıklar sönerdi. Her şey uyurdu. Yalnızca bekçi, köpek ve bahçedeki cüceler uyanık kalırdı.
Paul Bernheim, iyi aile terbiyesi verilen evlerde âdet olduğu üzere, akşam saat dokuzda yatardı. Odasını küçük erkek kardeşi Theodor’la paylaşırdı. Paul bir süre daha uyanık kalır ancak bütün ev sessizliğe büründüğünde uykuya dalardı. Hassas bir gençti. Ona “asabi çocuk” diyorlar ve hassaslığından hareketle özel bir yeteneği olduğunu çıkarıyorlardı.
Yeteneklerini göstermeye genç yaşlarından itibaren gayret etti. Büyük ikramiye Bernheimlara çıktığında, on iki yaşındaki Paul on sekiz yaşındaki birinin zihniyle donatılmıştı. Burjuva evinin hızla feodal özlemler duyan zengin bir eve dönüşmesi onun doğal hırsını perçinledi. Babanın servetinin ve sosyal konumunun oğlunu güçlü bir “pozisyona” getirebileceğinin farkındaydı. Babasının kibrini taklit etti. Sınıf arkadaşlarına ve öğretmenlerine meydan okudu. Yumuşak kalçalara, yavaş hareketlere, dolgun, kırmızı, yarı açık bir ağza, küçük beyaz dişlere, yeşilimtırak parıldayan bir tene, kapkara uzun kirpiklerin gölgelediği boş bakan renkli gözlere ve baştan çıkarıcı, uzun yumuşak saçlara sahipti. Sırasında kayıtsız ve dalgın bir tavırla gülümseyerek otururdu. Duruşu, daima tetikteki düşüncesini ele veriyordu: Babam tüm okulu satın alabilir. Diğerleri okulun gücü karşısında âciz ve zavallı bir teslimiyet içindeydi. Sadece o, babasının, odasının, portakal, jambon ve yumurtadan oluşan Anglosakson kahvaltısının, öğleden sonraları çikolata ve bisküvi eşliğinde ders aldığı öğretmeninin, şarap mahzeninin, arabasının, bahçesinin ve cücelerinin verdiği güçle buna kafa tutuyordu. Süt, sıcaklık, sabun, banyo, oda jimnastiği, aile doktoru ve hizmetçi kokuyordu. Okul ve öğrencilik vazifeleri gününün sadece önemsiz bir bölümünü işgal ediyor gibi görünürdü. Dışarıdaki hayata çoktan adım atmıştı. Kulağında oranın seslerinin yankısıyla sınıfta bir misafir edasında otururdu. Hakiki bir sınıf arkadaşı değildi. Bazen babası onu almaya gelirdi, arabayla ve okulun kapanışından bir saat önce. Ertesi gün Paul aile doktorundan bir rapor getirirdi.
Yine de bazen bir arkadaşın özlemini duyuyor gibi görünürdü. Ama bir yol bulamazdı. Zenginliği daima onunla diğerleri arasına girerdi. Ara sıra, “Bugün öğleden sonra benim öğretmenim varken bize uğra, ikimizin de ödevlerini yapsın.” diyebiliyordu. Hâlbuki nadiren gelen olurdu. Paul, “Benim öğretmenim” diye vurguluyordu.
Kolayca öğrenir ve pek çok şeyi tahmin ederdi. Gayretli bir okurdu. Babası ona bir kütüphane düzmüştü. Bazen lüzumsuz yere, “Oğlumun kütüphanesi!” ya da evde başka kütüphane olmadığı halde hizmetçi kıza, “Oğlumun kütüphanesine gidin Anna!” derdi. Bir gün Paul bir fotoğraftan babasını çizmeyi denedi. İhtiyar Bernheim, “Oğlum şaşırtıcı bir yeteneğe sahip.” diyerek eskiz defterleri, boya kalemleri, tuval, fırça ve yağlı boyalar satın aldı, bir resim öğretmeni tuttu ve çatı katının bir bölümünü atölyeye dönüştürmeye girişti.
Haftada iki kez, öğleden sonraları beşten yediye dek, Paul kız kardeşiyle piyanonun başına otururdu. Evin yanından geçenler daima Çaykovski çalınan dört el piyanoyu işitirdi. Bazen ertesi gün biri ona, “Dört el çalışmanı duydum dün.” derdi. “Evet, kız kardeşimle birlikte! O benden bile iyi çalıyor.” Ve herkes bu küçük “bile” kelimesine öfkelenirdi.