KIRMIZI DEFTER
Ay geceye sırtını dönmüş. Uğursuz bir sessizlik ve kemiklere işleyen rutubetli bir soğuk dolanıyor sokakta. Ev içleri sümüklü bebeler, içlikleri her dem nemli yatalak kocakarılar, bıkkın anneler, sanayiden, tekstilden dönmüş, yorgunlukları kendilerinden büyük çocuklar, politikacılara küfreden babalarla dolu. Hepsi televizyon karşısında. Kumandalar babaların elinde. Kumaş kırpıntılarıyla tutuşturulmuş, en adi kömürle yakılan sobaların üzerinde demlenmeye bırakılmış çaydanlıklar, çaya eşlik eden bol tuzlu günebakan, üç beş kurtlu kestane. Sokak tenha. Yamulmuş çöp varilinde kediler eşeleniyor. Ender de olsa balık kılçığı, cılız bir tavuk budundan artakalanlar, yağlı salçalı makarna artıkları çıkıyor kısmetlerine. Kediler bunlar için birbirleriyle amansızca çarpışıyor. Tekirler, sarmanlar, gece kadar siyah olanlar birbirine karışıyor. Tıslamalar, sipsivri pençeler, tüyler, çizikler… Dövüş bittiğinde geriye kızıl noktacıklar kalıyor. Kâğıt toplayıcıları uğramıyor sokağa. Sokağın caddeye bakan köşesinde kısa boylu, çiçek bozuğu yüzünde façalarıyla gençten bir oğlan duruyor. Yanına yöresine tetik, hangi otomobil nasıl yaklaşır, kim ne ister hep aklında. Kısacık hayat takvimini falçatayla çentik çentik koluna işlemiş. Elinde düşler, geçici mutluluklar, unutma bahçeleri dolu olan bir torba var. Evler nefes almamacasına yan yana. Avlular, kurumuş asma yapraklarının ve bir sürü çerin çöpün, ya lazım olursa diye bekletilen yamru yumru eşyaların yurdu olmuş. Şehir buralara uzak, evlerin çoğu yamuk, sokaklar delik deşik. Burada yaşayanlar yılkı atlarının insan biçimlerine bürünmüşler. Çalışacak kadar şehirde, yaşayacak kadar sürgündeler.
O sokaktaki evlerden biri. İki göz. Dışı derme çatma bir gecekonduyu andırsa da içerisi derli toplu. Dışarıyı gözleyen penceresinin perdesi yarı aralık. Bir soba gürül gürül yanıyor içeride. Sobanın yanaklarında kızıl gölgeler. Biri pencereye sırtını dayamış öteki sobanın karşısına konulmuş bej renkli çekyatlar var. Bir de kumaşı fitilli, rengi kahve tonunda tekli bir koltuk. Koltuğun ardında ince uzun, pencereleri sonuna dek açık, küçük odacıklardan müteşekkil kitaplık. Kitaplığın raflarından danteller sarkıtılmış. Kitap sırtları okunacak biçimde alfabetik sırada. Yine koltuğun yanında ince uzun, yakıldığında okunanı aydınlatacak bir lamba. Tarif ettiğim yer salon mutfak bir. Mutfak düzenli, temiz, evye ovulmuş, tek parça bulaşık yok. Mutfak masası pirüpak. Yatak odasında üstten sarkıtılmış tüllerle kaplı bir karyola var. Tuvalet masasının önü kremler, maskaralar, fondötenler, renk renk rujlar ve koku şişeleriyle dolu. Komodinin üzerindeyse vazelin ve peçete. Oda pavyon ışıklarını andıran mor, limon sarısı ve çiğ yeşil ampullerle donatılmış. Yatağın üzerindeki çarşaf gergin. Odanın ne işe yaradığı hemencecik belli olsa da tuhaf bir dirliği var. Her şey ihtimamlı bir el tarafından düzenlenmiş. Yatak odasıyla salonun tezatlığı gün gibi ortada. Bir taraf kerhen ve mecburen yapılan mesleğin mekânıyken, diğer taraf insanlaşma çabası için kurulmuş. Evin sakini koltukta oturuyor. Saçları kuzguni, soluk esmerliği makyajla örtük. Gözleri koyu kahve, takma kirpikleri rimelle daha bir kararık. Gözlerinin altına üstüne moru taşkın farlarla şeritler çekmiş. Geniş kalçalarını koltuğa, dolgun, diri memelerini göğsüne sermiş. İri bacaklarını açıkta bırakan kısacık, deri bir etek var üzerinde. İnce topuklu, janjanlı bir terlik geçirmiş büyükçe ayaklarına. Belinin kalınlığını örtecek bol, yakası açık, şeker pembesi gömlekle gelecek olanı bekliyor. Beklerken de boş durmayıp kırmızı kaplı defterine bir şeyler karalıyor.
Kitaplığın sol üst kenarından başımı uzatıyorum ve kırmızı defterine yazdıklarını noktası virgülüne kadar okuyorum. Neredeyse şeffaf varlığımın farkında değil. Yazmaya devam ediyor. Bir ara kafasını kaldırıyor, gözleri minik gözlerimle buluşacak gibi oluyor. Fakat yazdıklarına o kadar yoğunlaşmış ki beni görmüyor. Biliyorum, o defterde hiçbir zaman adım geçmeyecek, kimse bu evde yaşayan süleymancığı fark etmeyecek. Ama ziyanı yok, benim işim görmek ve aktarmak. Gerisi mühim değil.
“Ben küçükken esmer kara kuru bir oğlancıktım. Yanaklarına gömülü pembe goncaları bir sır gibi saklayan, kuzgun karası saçlarına mayıs çiçekleri takıştıran düzenli tertipli bir oğlancık. Herkesten sakladığı duygularını cebinde biriktiren, anlatamadıklarını yutkunan, yutkundukları ağzından burnundan gelen aklı karış karış havada, hülyalı bir çocukcağız. İçimde evrimini tamamlayamamış bir kız çocuğunun heyecanıyla girerdim yataklara. İçimdekileri birileri anlayacak, babam sezecek diye korkudan öleyazdığım geceler olurdu. On iki var yoktum. Ustam, ‘Adam gibi uzat lan şu raspayı.’, babam, ‘Erkek gibi yürü orospunun doğurduğu.’ derdi. Ama yine de yakıştırmazdı, belki inanmak, kondurmak istemezdi. Önce annemin solgun yemenisine gömdüm başımı. Sonra da rujunu morarık dudaklarıma, sutyenlerini cılız göğsüme yakıştırdım. Ablam evliydi, uzaktı. Kel kocasının çipil gözleri aç cardonlar gibi kemirirdi her yerimi. Sevmezdim onu. Korkar, kaçardım bakışlarından. Fakat ne kadar kaçsam da, kendimi sakınıp, dikkat kesilsem de fayda etmedi. Kimselerin olmadığı bir gün annemlerin karyolasıyla yüklüğün orada ıhtırıverdi beni eniştem. Ihtığım yerde acıdan bayılakaldım.
Sonrası tez geldi. Duyan dayandı, o ötekine, öteki berikine seslendi. Benim düşlerimde kurduğum, yanaklarıma ateş, kalbime zelzele olacakları böyle tasarlamamıştım ama yine de sandalyelere yarım oturmayı öğrendim. Aslına bakarsanız herkes her şeyi bildi. Annem, ablam, mahalleli, bakkal, ustam… Kimseler ses etmedi. Annem ablamın yuvası yıkılmasın, ablam ağzının tadı bozulmasın diye sustu. Diğerlerini anlatmama bile gerek yok. Bir babam bilmedi. Zaten o bilmemeliydi. Bileydi, eniğinden cücüğüne herkesi dilim dilim ederdi. Çünkü ben onun biriciği, umudu, şerefi ve soyunu sürdürecek olanıydım.