MUTLULUKTAN ÖLECEĞİZ
‘Ağlarım aklıma geldikçe gülüştüklerimiz’
Kusura bakmayın, böyle palas pandıras gelmiş bulundum. Kuvvetle muhtemel beklemiyordunuz. Hakkınız var, aradan geçen onca zaman derin bir mesafe koyuyor araya; bunun idrakindeyim. Hatta tüm benliğimle o mesafenin beni alıkoymasına katlanarak yaşıyordum.
Ta ki dün geceye kadar.
Bekri Agâh ile meyhanedeydik. Tanımazsınız boşa zahmet buyurmayın. Cemiyettendir fakat eski tanışlardan sayılmaz. Yalnız hakiki insandır, müşfiktir; buna kısa vakitte kani oldum. Az biraz kalabalıktır ağzı ama dinlettirir de kendini. İzmir’e gittiğim vakitler ağırlar beni. Hem demlenir hem de dem tutarız Halis Usta’nın meyhanesinde.
Daha ziyade o anlatır ben dinlerdim. Fakat nasıl desem, dün gece bir başkaydı hâlim. Nedeni bilinmez bazen, öyle değil mi? Bekri’nin çilingir sohbeti mi yoksa sakladığım yaramın eriştiği katlanılmaz sancıdan mı bilmem, yılların tortusundan silkinir gibi dökülüverdim gem vurmadan.
Bekri’yi görecektiniz. Bir kartal gibi kanatlarını açtı, uzanıverdi öne doğru. Zannettim ki ağzımdan farkında olmadan kötü bir laf çıktı. Meğer benim bu sinmiş hâlimeymiş öfkesi.
“Yazık be kendine ettiğin zulme! Kurtul bu esaretten!” diye beni paylamasın mı…
Saydı sövdü hâlime. Bozuldum yalan yok. İçten içe öfkelendim de ilk an. Ne var ki hakikati konuşuyordu adam. Esasında o vakte kadar kendime dahi duyuramadığım sesim yankılanıyordu kulaklarımda. Nice sefer kıyısından döndüğüm yolu gösteriyordu. Böylesi gerekliymiş bana, bu sayede tecrübe ettim.
Uzatmayalım, ansızın kalktım masadan. Bekri bile şaştı kaldı o hararetli hâlime. Atladığım gibi bir taksiye, yarım saat oldu olmadı otogardaydım. Kafamda sözlerimi sayıklayarak vardım şehrinize. Son saatler uyumuşum. Hâlinden bıkkın muavin dürterek haber verdi geldiğimizi. Ezcümle, yorgun ama kararlı bir halde buradayım, görüyorsunuz ya…
İlk karşılaşmamız hatırınızda mıdır? Kadıköy’deki Hatay Restoran, epeyce soğuk bir kasım akşamıydı, yanılmıyorsam cumaydı. Daireden Fethi sürüklemişti beni; cümle edebiyat cemiyeti orada kadeh tokuşturur diye. Munis bir oğlandı, şeytan tüyü de vardı hani. İçeri girdiğimizde masanızdaki meşhur Adnan Bey’i de tanıyor çıkmasın mı? Adnan Bey’in ısrarlı daveti ile utana sıkıla ilişmiştim masanın kenarına.
O masa ki devrin makbul edebiyatçıları ile çevrilmiş; hararetli bir sohbete dalmış entelijansiya arasında yaşımdan ve dahi tecrübemden mahcup, suskunlaşmıştım. Fakat siz, her birini okuduğum tefrikalarınız ve kitaplarınızdan hariç yalnızca siz; o gece o kulüpte geçireceğim her nevi yabancılık buhranına direnme vesilemdiniz.
Garipsediniz belki şu an. Belki de çoktan farkına vardığınız bir hakikattir bu, bilemiyorum. Fakat bundan sonra söyleyeceklerim, kendi adıma, apaçık itiraftır. Size karşı bir kusur işlemekten korkarak amma velakin hiç olmadığım kadar gözü pek bir istekle anlatıyorum.
Zannediyorum ki biraz yorgun, az biraz da düşünceli bir gününüzdeydiniz. Narin ve beyaz boynunuz, kadeh tutan ince parmaklarınız, Monet’nin kadınlarına yaraşan giysiniz ama en çok gözleriniz, muhakkak ki o hüzün saklamayı bilmeyen gözlerinizle karşımdaydınız. O loş meyhanenin en orta yerinde, güneşten kopmuş göz kamaştıran bir ışık gibi parladığınızdan habersiz olamazdınız.
Gitmekle kalmak arasında çırpınırken henüz görmeden bakışınızı üzerimde hissettim. Haklıydım. Vakur, kendinden emin ama bir yandan da feraha erdirecek bir açıklık arar gibi bakıyordunuz. Herkesin konuşacağınızı bilir gibi sustuğu anda işittim sizi.
“Şair olduğunuzu duydum.”
Öyle ya, şairdim. Gündüz dairede, geceleri imgelere memur bir şair. Neredeyse unutmuştum. O anki şaşkınlığımı anımsamamanızı umuyorum. Şiirlerimin hangi dergilerde yayımlandığını sordunuz. Yanınızdaki gümüş broşlu yayıncı hanım hatırladı ismimi. Takdir ve beğenisi gururlandırmak yerine karşınızda çok daha fazla heyecanlandırdı beni.
“Mutlaka okuyacağım, yeniden karşılaştığımızda üzerine konuşmak isterim.”
“Yeniden” kelimesinin yarattığı o eşsiz tesiri size nasıl anlatsam? Sözleriniz diyorum; ya paha biçilmez bir ihtimalin kavşağına veyahut karanlık bir keder çukuruna kavuşturacaktı beni o vakitten sonra. Farkında mıydınız?
O milatla birlikte değişti hayatın istikameti, hakikat bu. Gecenin sabaha yürüdüğü mesafe, kalemin kâğıda değdiği yer, ceket cebimdeki tütün artıkları, düş kırıntıları… Söyleseler, tüm bu tahavvül beni korkutur sanırdım, ne mümkün… Uçarı bir hevesle alıştım sanki.
Kalabalıklar içinde yalnız sizin varlığınızla alâkadar oldum fark ettirmeden. Ve yalnız, kalabalıklar içinde sizi telaşsız yaşayabilirdim. Bu vaziyetten hiçbir zaman şikâyetçi olmadım. Kalabalıkları kalkan edindim emsalsiz cazibenize karşı. Sanki baş başa kalsak sıcaklığınızla eriyecektim.
Redifler yineledik tahta masalarda. Dudaklarınızdan dökülen mısralarım başka hiçbir yerde okunmasın istedim. Ne kadar az konuştum yanınızda, olur ya size kalacak sözcükler eksilir diye. Rast geldiğimizi zannettiğiniz akşamları bekledim haberiniz olmadan. Başkalarına sandığınız şiirler yazdım adınıza. Toyluğuma şefkatle bakan gözlerinizde usanmadan bir tutku aradım.
Biliyor musunuz, bıraksanız sonsuza değin o hülyalı hâlimle yaşardım. Bir sarkacın ucunda sallanmak bu, yadsımıyorum. Hiçbir yere varamayan, dar bir açıda iki yöne gidip gelen nafile bir döngü. Yine de bıraksanız umarsızca sallanırdım. Fakat buna bilerek veya bilmeyerek müsaade etmediniz. Önce ayağınız kesildi restorandan. Öylesine sorar gibi izinizi aradım dostlarınızdan, bulamadım. Derken döneceğiniz konuşuldu alelade bir şeyden bahsedilir gibi. Neredeydiniz onca vakit, neden bunca zaman yoktunuz? İlkin bir mana bulamadım.