Mısır’ın İskenderiye’sinde güneşli birkaç kış geçirdim, epey zaman oluyor. O günlerin aklıma takılan anıları pek gönül açıcı olmasa da yaşamımızın felaket kazanını deviren, yüreğimizi sevinçle dolduran anlar yaşadım orada. O eşsiz anların büyüsüne kapılmamak, anımsadıkça kendimden geçmemek elimde değil.
Ömür boyu ağır işlerde çalışmama karşın, evet, böyle anlar yaşadım.
İskenderiye’deki kış güneşi, İskenderiye Akdeniz’inin güneşi, bu anları tattırdı bana. Bu güneş uğruna, bu güneşli Akdeniz ve içimdeki yaşama arzusu uğruna, yazgımın bana aynı tepside sunduğu kalın acı dilimlerini kabul ediyordum.
Kabul ediyordum, çünkü yalnızca güneşi almak için elini uzatanların önünden yaşamın bütün tepsiyi çekip aldığını seziyordum.
Bir günlük sıkıcı çalışmaya karşılık yazgının bana bağışladığı ışıklı saatler pek azdı, ama bile isteye acı dilimlerini kalınlaştırarak mutluluk payını zorluyordum: Yaşamak için gerekli çoğu şeyden kendimi yoksun bırakıyordum, tek, çevreyi dolduran aydınlığı, baş döndüren gökyüzünü ve kanatlanan Akdeniz’i gözlerim doyasıya görsün diye. Kısaca söylemek gerekirse, ben kötü bir işçiydim. Bir sineğin beni umursamadan güneşi sahiplenmeye kalkışması, hiçbir özre gerek duymadan işi hemen bırakmam için yeterliydi.
O zaman, insanların cezalandırmaktan mutluluk duydukları bu güçsüzlük, yüreğimi kabartırdı ve yollara düşerdim. İçim özgürlükle dolu ama umuttan yana boş, alır başımı giderdim.
Pahalıya mal olan bunca mutluluktan ağırlaşan bacaklarım beni hep deniz kıyısına götürürdü İskenderiye’de, Ramla’ya; Afrika’nın palmiyeleri buradan Akdeniz’in ötesindeki Côtes d’Azur kıyılarında, Avrupa Ramlalarında sıralanmış kardeşlerini seyre dalar. Onları okşayan ya da onlara karşı sertleşen aynı denizdir. Cömertliğini bildiğimiz güneş, aynı yakıcı ışınlara boğar onları.
Ramla’da sanki periler ülkesindeymiş gibi gösterişli yerler vardır, zenginler buralarda herkesten uzak olmak, cılız mutluluklarını tek başlarına sindirmek isterler. Sahip oldukları bir hiçtir aslında. Tanrım, onları gazinoların teraslarına oturmuş yürek burkan sıkıntılar içinde o iğrenç hiçliğin tadını çıkarırken gördükçe, şu nankör yaşamın benim gibi bir zavallıya neden bu kadar katı davrandığını anlıyordum.
Ve ben yoksul hâlimle zenginlerle tıka basa dolu o gazinolarda oturmaya cesaret ediyordum, tiryakisi olduğum o tadına doyulmaz nargileyle kahve bu gazinolarda benim keseme göre yanaşılmaz fiyatlardaydı. Ama yaşam boyu arzuladığım hiçbir şey bana çok pahalı gelmedi: Sevinçlerimin bedelini kanımla, bankaların bilmediği o parayla ödedim, buna hiç pişman olmayacağım, çünkü ara sıra ışık içinde kalmak yaşamın karanlıklarına katlanabilmemi sağladı.
İskenderiye’nin Ramla’sında, ya da İzmir’in Kordonboyu’nda bir kahveyle nargile yaşamımın bütün bir günü, bazen haftası demekti, bu bir saatlik düş uğruna hep halk türküsündeki o yiğit Romanyalının dediği gibi yaptım:
Bir gecede verdim sevgilimin yanında,
Bir yazlık bütün “emeğimin” karşılığını.
Evet, ben veriyordum. Çok almak için çok vermek gerek.
Bu iş kendiliğinden, hiç çaba harcamadan olur. Ama sorun orada değil.
Kişi, aynı anda insanları da sevmeden ışığı sevemez. Tüm insanları değil. Kimse onların tümünü birden sevmez. Hatta İsa bile onları öyle aptalcasına sevmedi.
Biz çeşitli bakımlardan bize benzeyeni severiz. Sevdiğimiz kendi arzularımızdır.
Bir gün öğleden sonra Ramla’da kasıntılı bir insan sürüsüyle tıka basa dolu bir gazinoda bir adam gördüm. O da beni görmüştü. Orada ne aradığını, neye baktığını, neler hissettiğini hemen anladım. O da benim içimden geçenleri anlamıştı. Daha güzeli, yalansız bakışlarımızda arzularımızın pek farklı olmadığını, benzer yanlarımızın şaşırtıcılığını sezmiştik.
Bu tür karşılaşmalar her zaman olmaz. İnsanları değerlendirirken çoğu kez yarı yarıya yanıldım, tümüyle yanıldığım hiç olmadı. Ama ne kadar yanılırsam bu tür rastlantılar o kadar değer kazanır, çünkü böyle rastlantılar kaynak suyu kadar temiz ve yıldırım kadar güçlü, güzel bir yaşam vaat ederler.
Ben, doğduğu günden beri dostluğu yücelten adamı severim. Kösnüllüğün tutkusuyla kanı tutuştuğu zaman kadını severim. Hiç duraksamadan kendimi onlara veririm, çılgıncasına. Bu pahalıya mal olur ama düş kırıklıkları benim isteklerimi hiçbir zaman azaltmadı, azaltmayacak.
Bir kumarbaz hırsıyla her yerde şansımı denerim. Her zaman büyük oynarım, çünkü küçük hesaplardan nefret ederim. Yanılırsam, benim hiç kaybım olmaz, yitiren karşı taraftır. İnsan tümüyle kendini verdiği zaman hiçbir şey yitirmez. Yoksa hesapsız kitapsız kendini harcadığı için güneşin tükeneceğini söylemeye benzer bu. Bu arada buzullar kendiliğinden erirmiş, erisinler ne yapalım! Ama kazandığım zaman dünyalar benim olur. Dostluğun yüceliğinden söz ediyorum ben. Çünkü şehvet tutkuları yıldırım gibidir, insanı çarpar ama sürüp gitmezler.
Benim yoğrulduğum hamurun mayasında dostluğu yüceltmek var. Bundan hoşnutsuz değilim. Yakın dostlarım da öyle. O gün Ramla’da, daha nargilelerimizi bitirmeden Marku’yla ben birbirimizi anlamıştık, tüm dostlarım içinde en mutlusu belki Marku oldu.
Herifte şeytan tüyü vardı ama kendini korumak için kasıldı. İşe yaramayacağını pekâlâ biliyordu, çünkü sevecen insanlarda sevmek ve karşısındakine açılmak gereksinimi, gönül yaralarını gizlemeye iten utanma duygusundan daha güçlüdür. Yine de o, bir centilmen gibi mesafeli davranabileceğini bana kanıtlamak istedi, tıpkı, yaşamları yalnızca yemek içmekle geçen, sevmekten korkan, aldıkları sıyrıkları bile gizleyen o “acınası centilmenler” gibi! Ve o gün öğle sonrasındaki unutulmaz rastlantının ardından, Marku kötü biçimde ekti beni, yüreklendirici en ufak bir hareket yapmadan çekti gitti.
Tam bir centilmen gibi.
Yanındaki kurt köpeği taşkın neşesiyle ona rahat vermiyordu. Olabildiğince uzağa bir taş atmasını istiyordu ondan. Marku dalgındı, kamburca sırtının ardında ellerini kavuşturmuş kumsalda yürüyor, en iyi dostunun sevgisine karşılık vermiyordu. Bu kayıtsızlığa aldanmadım. Kaçırılmayacak bir dost olduğu güzel yüz çizgilerinden okunuyordu, bunu hiç aklımdan çıkarmadan onu oldukça uzaktan uzun süre izledim. Ve bir gün yakaladım onu. Nasıl mı? Böyle şeyler öğrenilmez ki…
Şimdi beni unutun. Artık burada söz konusu ben olmayacağım. Dünyanın çoğunuzun bilmediği bir köşesinde geçen şu öyküye kulak verin.
Bu öyküyü İskenderiye’nin Ramla’sında bir gazinonun terasında rastladığım, nedenini bilmeden sevdiğim bir adam anlattı. Çoğu zaman yüreğimi sızlatan oynak bir Rum türküsü söylerdi o, ilk dörtlüğün anlamı aşağı yukarı şöyle:
Deniz kıyısında, kumsalda,
Nerantzula fundoti!
Bir bakire eteğini çalkardı suda,
Nerantzula fundoti!