Tahirbuselik Devrim Marşı – Ön Okuma

Geceden kalma bir tahirbuselik taksimi dönüyor plakta.

Sabahın sesi sabahtan önce geliyor. Camda bir serçe. 

O, sesten de önce dinlemeye başladı. Sesi. Son yılların uykusuzluğunun alışkanlığı. Oldum olası alışkanlıkların sınır geçildiğinde bağımlılık olduğuna inanır. Ama bu farklı. Artık sınırları umursamayacak kadar çizgiyi aştığını düşünüyor. Bitiş çizgisini geçtin, diyor aklında dönüp duran bir ses. Artık koşmama gerek yok.

Bir işaret yok yüzünde ya da bir his belirtisi. Kasabada belli belirsiz duyulan yatsı, yatağın habercisi. Çıplak, tiz bir ses. Sabahla yatsı hocanın genç oğlunda. Geri kalanlarda bariton bir ses. Yorganı üzerine çeker. Geceleri serin. Yorgan ağır. Bir prova sanki, diye geçirmişti ilk gecesinde içinden. Not düşmüştü bir kenara. Ölümü beklemeye geldiğini düşünmüştü. Belki. Bir süre geçmek bilmedi vakit. Sonrasında ipin ucu kaçtı. Saymayı da beklemeyi de bıraktı. Takvimin yaprağını koparmıyor artık, gün bir yerlerde takılı kaldı. Yalnız mevsimler var şimdi. Hasat zamanları. Toprağın verimli tohumları, binlerce başın sessiz ilk çığlıklarıyla topraktan taşması. Oğulları, kızları. Topraktan doğan dünya. Olması gerekenden daha dinç. Ruhunun ihtiyarlığı bir kabuk gibi kaldı ardında. Farkına varmasa da hiç olmadığı kadar bağlanıyor hayata.

Bir valizle geldiği günü anımsıyor kimi vakit. Hiç aşina olduğu bu yere. Tıpkı gençliğindeki gibi, yalnız ve çıplak hissettiği o günü hatırlıyor. Zamanının dünyanınkinden ayrılmadan önceki son günü gibi. Tarihi belli. Eski valizin içinde kişisel bir geçmiş. Tekrarı imkânsız, pişmanlıklardan ibaret. Yanında sürükledikleri, yanında götürmeyi diledikleriydi. Gözleri açık gidecekti. Bu yüzden hiç alışkanlığı olmadığı hâlde sola dönüp yattı uzun süre. Tam karşısındaki eski sandığın üzerine yerleştirdiği fotoğraflardan koparak daldı uykuya. Bir gece daha geçti sonra. Bir gece daha. Yapraklar dökülmeye başladı. Küçük pencereden gördüğü tablo sarardı. Bir gece daha. Beyaza boyandı her yer. Çerçeveler tozlandı, eski sandığın içine taşındı. Sola dönüp yatmaya alıştı. Bir gece daha. Kalp atışlarını daha iyi duymaya başladı. Senelerdir varlığını unuttuğu bir ses. Önceleri korkutan bir tıkırtı gibi. Bir gece daha. Kabullendi sonra. Canlılığına inanarak daldı uykuya. Her gece. O tiz ses yat diyene değin. Ölmediğine şaşırarak. Sabahın sesi sabahtan önce gelene kadar tıkır tıkır işleyen bir saat gibi çarpan kalp. Ölümün eşiğinden döndüğünü zannediyor. 

Tavana bakıyor.

Diğerleri gibi kerpiç değil küçük evi. Koca taşlardan örülmüş. Biri diğerine benzemeyen taşların desteği, biri diğerine benzemeyen uzun gövdeler. Öldü zannedilen ağaçlar. Bir ikisinin üzerinden fırlayan küçük tomurcukları görüyor. Evle birlikte hayatta kaldığını hissediyor. Saçma. Doğa senden daha canlı. Onun ölümü seninki gibi zavallıca olmaz, öldü sandığında yeniden doğar. Ama his işte, saçma da olsa inanıyor. İnanmak istiyor. Yaşamayı tekrar sevmeye başladığını fark ediyor çünkü. İnsan zavallı.

Kalkmalı. İnekler salınacak otlağa. Aslında bütün hayvanları Hayri toplar çıkarır ahırlardan. Yan komşusu. İhtiyarlıktan ağzında diş kalmamış, kasabanın demirbaşı. Tüm hitaplardan, tüm sıfatlardan uzak, Hayri. İyeliklerden muaf.

Bazen canı çeker. Hayri’den önce kalkmalı, ahıra gitmeli öyle vakitler. Hepi topu iki tane ama ara sıra onlarla yoldaşlık edip meraya çıkmayı seviyor. Mera sırtını maviliklere dayıyor kimi gün, geniş yeşilini seriyor. Ağacın gövdesine dayıyor sırtını. Koca merada yalnız bir ağaç. Yalnız bir adam. Dalları sarkmış iyice. Hüzünlü. Kendini bir şeyin, sözgelimi kim tarafından oraya kondurulduğu belli olmayan, kökü belki de kasabayı saran o yalnız ağacın, parçası gibi görmek hoşuna gidiyor. Ağaçla kaynaşıyor bedeni çoğu gün. İki koca inek, bir o, bir de şu hüzünlü ağaç.

Kuşları izledi geçen mevsimlerde. Göç yolları tam tepede. Birbiri ardına kona uça aldılar yollarını. Özendi her birine. Her birinin kanat çırpışına, birbirinin peşini bırakmayışına. İnsan en çok kuşlara özeniyor. Geceleyin rüyalarını süsleyen kanatsız uçuşları, özgürlüğün özdeşimi. Göçmeye hevesli, birçoğu gibi. 

İneklerin ikisi de aynı ahırdan geldi. O delikanlı da hevesliydi. Göçerken masrafları çıksın diye üçe beşe bakmadan satmıştı iki ineği. Yanında iki çocuk, neredeyse aynı boy. Birinin gidişi diğerinin iyice kök salmasını kolaylaştırmıştı böylece. Hazırdı toprak, yalnızca bir can suyu gerekti. Toprağı da teklif etmişti adam. Bağları koparmak lazım dönmemek için gidiyorsan. 

Kalıcıysan işini görür, hiç olmazsa oyalar dayı, demişti. Heyecanlıydı. Bu kasabaya dair ne varsa kurtulmak istiyordu. Oysa onun gideceği yere dair ne varsa adamın getirdiği küçük valizdeydi işte. Hepi topu bu, demek istedi. Dilinin ucuna geldi. Pişmanlık. Diyemedi. Tamam, dedi yalnızca. Çocuklar paklanmış, bayramlıklar üzerinde. 

Kendininkiler geldi aklına. Sonra hemen çıktı döşekten. Yorganı dürüp köşedeki yüklüğe koydu. Yastığı eliyle tokladı. Kuşlar hafif serpilmiş ıhlamurda cıvıldıyor. Kapıyı açtı. Gözleri kapalı sesleri dinledi. İneğin böğürtüsüyle ahıra yöneldi. O önde iki büyükbaş beride. Yürüdüler. İnekler yoldaki otlara yüz vermiyorlardı. Gidecekleri yerden emin, tam yol ileri. Adamın arkada bağladığı ellerini izleye izleye vardılar. Adam yanına aldığı ekmeği ufak ufak koparıp attı ağzına ağacın dibine çöktüğünde. Neredeyse akşama dek yetiyordu ağacın gölgesi. Ara sıra bacakları uyuşunca ya da içi titreyince kalkıp güneşe çıktı bir iki adım. Kalkmışken az aşağıdaki göle indiler. Hayvanlar yeterince içtikten sonra zorla başlarını kaldırıp geldikleri yere döndü. Bıraksa çatlayana kadar içeceklerini öğrenmişti. Orhan sağ olsun, hayvanları anlatmıştı ona. 

Günaşırı gelir Orhan. İçeri girmez. Hoca girmiyim ben, at da iskemleleri oturuverelim şurada der. Her seferinde. Elinde mevsime göre toprağından ikram. Ihlamurun kokusunun altında masanın iki ucuna yerleşirler, Orhan yeleğinin cebinden çıkardığı tütün kesesini masaya koyar. Önceleri öksürtmüştü. Sonra sonra alıştı gitti o da Orhan gibi. Keseyi önüne koydu. Parmakları yanana kadar çekti. Önce hep sustu, dinledi. Sonradan alıştı Orhan’a. Var olanı ya da olmuşu değil, hayali anıları döktü masaya. Ihlamur belki de bundan çabucak boy attı. Hâlâ taşıdığı hüznü görmedi.

Geldiğinde valizde, şimdiyse sandıkta duran fotoğraflar. Aralıklarla baharı karşılamış bir kız bir oğlan. Her birinde değişiyor yüzlerinin çehresi. Nereye postalanacağını, annelerinin ardına neler yazacağını biliyorlar büyüdükçe. Tebessümleri önce soluyor, sonra yüzleri kara bulutlarla çevreleniyor. Ihlamursa her gün tebessüm ediyor. Elinin gövdesinde gezinmesi mutlu ediyor onu. Aslında karşılıklı. Adam ihtiyar. Ihlamur genç.

Bir defter var bir de, siyah derisi çatlamış, o günden kalma. Sayfaları boş. Doldurulacak ne çok şey var aslında ya da ne az şey… Kişisel tarihi herhangi bir kâğıdın üzerinde yazmalı mı, emin değil galiba.

Ne o hoca, dalıp gitmişsin yine, diyor Orhan. Bahçenin yamuk tahtalardan mürekkep, uyduruk kapısından giriyor. 

Adam içeri yöneliyor. Sandalyeyi alıp gelecek. Orhan’ın oturacağı belli. Bir ufağı taşımış yanında. Sonra da çay bardakları yerleşiyor masaya. 

Şurada oturmak bile yetiyor ya yine de meze ederiz dedim, diyor Orhan. Küçük kavunu cebinden ayırmadığı çakısıyla yarıyor. İnce ince diliyor. Bardaklar yavaşça beyazlanıyor. 

Alacalanıyor gökyüzü. Kuşlar seslerini saklıyor ertesi sabaha. Karanlıkta bir puhu. Ona da vakit var daha. 

İlk kadehler sessiz. İkincisinde bozuyor Orhan. Güz geldi, akşam vakti dikkat etmek lazım. Hava keser adamı, diyor. Bir girizgâh bu, belli. Adam devam et, der gibi bakıyor. Ancak üçüncüye geçerken döküyor içini.

Hoca, diyor, şu hayatta aklımın basmadığı şeyler var. Kasabadakiler okudum diye her şeyi bilirim sanıyor. Gittik şehre, okuduk da n’oldu sanki. Dönüp dolaşıp yine tıkıldık bak buraya. Gençken burun kıvırdığımız kasabaya, bağlara kuyruğumuzu kıstıra kıstıra döndük. Gerçi tıkıldık dediğime bakma sen. Rahatım yerinde. Şehirde bir avdım sanki. Kaçıp gelmeden önce artık rahat yüzü yoktu bana. Mecbur kaldık. Her birimiz bir yerlere dağıldık. Hepimiz toprağa döndük. Kimimiz altına, kimimiz üstüne. Şimdi dönüp bakınca ne içindi diyorum kendime. Soruyorum ya cevabım yok. Sen söyle hoca, ne içindi bizimki? 

Adam, Orhan’ı anlıyor. Biliyor. O gençlerin arasında bir Orhan hayal ediyor bir an. Gözleri kapalı yudumluyor. Haykırıyor Orhan, yüzünde ateş. O ateşin kendini yakacağını bilmiyor. Bilmiyorlar. Bilseler… Ne değişirdi ki diyor, adam. Ne için olduğunu o zaman biliyordun Orhan, diyor. Hepiniz biliyordunuz. Gün gelip sonu göreceğinizi, her birinizin dalınızdan koparılıp ezileceğini de biliyordunuz. Vazgeçtiniz mi? Bilmek bir şeyi değiştirmez. Çünkü insan bildiğinden çok umut ettiğine, hayallerine sarılır.

Şişedekini kadehlere pay ederken Orhan’ı süzüyor. Ellerinin arasında başı. Boğazını temizliyor. Hafif bir öksürük. Baştan sona nedamet dolu bir hayattan kime, nasıl ders çıkar, diye düşünüyor. Sen iyisi mi çok düşünme o günleri, diyor. İnsan dönüp düşündükçe kendine eziyet etmekten başka bir şey gelmez elinden. Haydi sağlığına. Sonra bir iki dize dökülüyor dudaklarından. Geçmişten kalan.

Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi

Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda

Usulca kapanıyor dudakları. Ses yavaşça çekiliyor havadan. 

Şiir hayatın özüdür Orhan. Farz et ki biz şimdi bir şiirin iki dizesiyiz seninle. Ben bir ucundayım sen ötekinde. Kısacık kelimeler aramızda. Kısacık ama ağır, yükü omuzlarımızda. Noktalamadan muaf, sonsuz görünüyoruz. Hiç bitmeyecekmişiz, coşkusunu duyuyoruz. Sen başındasın mesela, ben sonunda. Bir sesle başlıyor iki dudağın arasında. O ses ağır ağır azaldığında ben anlıyorum. Son yakın. Sense baştasın. Senle ben iki dizeyiz, aynı şiirin içinde. Ama bana varmak, sona ermektir belki de. 

Şiir gibi valla, diyor Orhan. Az konuşuyosun ama konuşunca vuruyosun be hocam. Hiç anlattı mıydım sana, fakültede yaşı bizden büyük bir arkadaşımız vardı. Afla dönmüş yıllar sonra. İhtiyar. Öyle takılırdık ona. Bak, adı hiç aklımda kalmamış. Onunla geçirdiğim akşamlar aklıma geliyo seni dinlerken.

Eli ıhlamura varıyor. Susuyor.

Şişe boşalmış. Puhu herhangi bir ağaçta. Sesi yankılı. İkisi de sandalyelerini ağacın ince gövdesine yanaştırmış. Gözleri karşıda. Kasabanın mezarlığının üzerinde yığılmış yıldızlar.

Şuraya bak, diye fısıldıyor Orhan. Hep ölülerin üzerine birikmiş namussuzlar.

Ölüler görebilseydi eğer, onlar da tam tersini söylerdi, diyor adam. Hem belki de onlar da ölülerdir. Kim bilir şu baktığımız bir gökyüzü kabridir. 

Gülüyor. Orhan susuyor. Belki de duymadı. Duysa da anlayamayacak kadar içine dönmüş. 

Hadi bakalım evine. Uykum kaçacak senin yüzünden. 

Yalpalayarak yola koyuluyor Orhan. Bacaklarına siftinen birkaç köpek, birbirlerini dişleye koklaya ilerliyorlar Orhan’la birlikte.Düştü düşecek gibi ama alışkın. Toparlıyor kendini. Evine kadar gidecek böyle. Tam kapıdayken yığılıverecek belki. Karısı çıkacak sese. Bu kadar içmesen, diyecek içinden. Alıp içeri taşıyacak. Üstündekileri soyarken söylenecek.

Adamın hayali Orhan’ın peşinde. Hayal ediyor orayı. Odalarında rüyalarda gezinen iki küçük çocuğu, her şeye rağmen, anason kokusuna sarılarak, kıvrılıp Orhan’ın yanına uzanan kadını…

Masayı olduğu gibi bırakıp kapıyı kapatıyor ardından. Perdeyi açıyor. Gümüş bir ışık doluyor odaya. Yorganı çekiyor yüklükten. Soyunup içine giriyor. Ağırlaşıyor gövdesi, sonra kuş gibi hafif. Dönüp duruyor her gözünü yumduğunda. Gökyüzünde salınır gibi. Sanki. Bilmiyor çünkü nasıl bir his. Ama öyledir herhâlde, diye geçiyor aklından. Belki de onun için bir noktadan çıkan, bölük pörçük cümleler kuruyor kendi kendine. Mırıldanıyor. Hangisi tamamlanmadan uyuyor, farkında değil.