Yedi Düvelin Ecnebisi – Ön Okuma

I

Çark, ilk turunu tamamladığında henüz ne imgelem vardı, ne zaman, ne de tahayyül eden bilinç. Bilinmeyen ve bilinmesi mümkün olmayan bir noktada Çark dönmeye başlamıştı ve böylece Başlangıçlar Çağı’na girilmiş oldu. Derken Zaman bir kuşak misali belirdi ve isimler, ölçüler, görünümler oluştu onun içinde. İç içe geçmiş helezonlar şeklinde kimi yerlerde genleşip kimi yerlerde büzülürmüş gibi döndü âlem, sonsuz bir hızda. Ve görünümler değişti, gerçeklikler değişti, ağırlık ve hafiflik; uzaklık ve yakınlık, suret ve öz, dış ve iç, madde ve tin gibi yanılsamalar zuhur etti. Elem ve korku mantık denilen sığınağı yarattı. Çark dönmeye devam etti.

Neredeyse Üçüncü Aralık’taydılar. Kuşkusuz Dönüş daha tamamlanmamıştı. Ama adı hep anılacak olan Kitap gelmişti, okunmuştu. Olacakların çoğu olmuş, alametler gösterilmiş, her şeyin ilkine, ilkesine yapılacak seyahatlerin sonuncusu (belki de ilki) başladı, başlayacaktı. Temaşa için verilen mühlet bitmek üzereydi. Çağ dönümü zamanlarıydı. Çark devrini tamamlamıştı çünkü. Denilebilir ki, başı ve sonu olmadığına inanılan zamana belirli bir görüngeden bakınca, vakit bir ikindi üzeriydi. Günler eğilmiş, gölgeler uzamış ve o ıraklarda kalmışlık, o özlem duygusu gene gelip çökmüştü yüreklere.

“Bana soracak olursanız…” dedi Fahri dayı. Dedi ve durdu. Kalınca sardığı sigarasından doyumluk bir nefes çekti. İnsanın saatlerce izlese dahi bıkmayacağı bir vect, bir yoğunlaşma hâlinde bekledi, bekledi, bekledi ve sonra havada küçük çaplı bir sislenme yaratacak denli o kalın kalın duman çilesini önce ağzından, ardından burnundan esrik bir hazla yavaşça dışarı verdi. Bunu öyle bir alışmışlık ve doğallıkla yapıyordu ki, insan kendisini kaptırırsa en karmaşık, en akıl ermez şeylerin bile ardında, sıradanlıktan, sıkıcılıktan başka bir şey yokmuş yanılgısına düşebilirdi. Çok sevdiği armut ağacının altındaydı gene. Ne zaman bu ağacın gölgesine otursa, O’ndan ve Kitap’tan bir şeyler anlatma isteği tutardı. İşte, tebeşir gibi kurumuş eklem yerlerini incitmekten sakınarak, yavaşça, “Oy oy oy oy!” diye inleye inleye sırt üstü uzandı. Uzanıp dizlerini kaldırdı, bir ayağını ötekinin üstüne attı, nihayet elinin birini de ensesinin altına koydu ve yorgun, yaşlı ama kulağı rahat bir sesle, “Bana soracak olursan…” dedi. Durdu. İki farklı varoluş arasındaki bir mesafenin kapanmasını bekliyormuş gibi durdu ve bekledi. Sonra devam etti: “Zamanın birinde Ayvaz diye biri vardı demek, pek de doğru olmaz.”

“Ya nedir?”

Fahri dayı, başını sağına soluna şöyle bir çevirip elindeki izmariti attı ve “Heee!..” dedi. “Zor mesele ha! Aklımız oraya kadar yetmiyor daha fakat bir yerde, -bak burayı iyi dinle!- zamanın başka bir behrinde ya da başka bir kıyısında… Nasıl denilir ki? Başka bir biçiminde ağam, Ayvaz hâlen sağ, hâlen dolaşıyor ve esasını ararsan da evlat, o hâlen aha burada, hemen yanımızda. E diyeceksin ki nasıl? Hah hah hah! Esas mesele de o işte.”

II

İsmi, kimi zaman bir Allah dostundan, Hızır’dan, allâmeden, filozoftan; kimi zaman da bir firariden, suçludan, kâfirden söz ediliyormuş gibi anılırdı Fırat boylarında. Adana’da mı, Arabistan’da mı, yoksa okyanusların ortasında, uygarlık dışı bir adada mı yaşıyordu, kimse bilmezdi. Bildiğini sananlar da bilmezdi. Bilinenden çok bilinmeyenle, görünenden çok görünmeyenle, apaçık olandan çok anlaşılmaz olanla dolu esrarengiz bir yaşam öyküsüydü Ayvaz’ınki. Onu bizzat görenlerin, elini sıkanların, evine misafir edenlerin ve yüz yüze durup onunla konuşan, tartışan, çay içip yârenlik edenlerin anlattığı anılar, öyküler vardı var olmasına gel gelelim bunların hepsi birbiriyle tutarsız, birbiriyle kopuktu ve birbirinden bambaşka unsurlar, bambaşka rastlantılar, çehreler, zamanlar ve eylemler içeriyordu. Hakkında söylenenler sanki farklı çağlarda, farklı ülkelerde yaşamış; dili ayrı, dini ayrı, ulusu, kimliği, sanatı, töresi ayrı, birbirlerine bütünüyle yabancı bambaşka şahsiyetlerin öyküleri gibiydi.

Kimilerine göre ise öyle biri hiç yaşamamıştı. Bütün bu Ayvaz mitolojisini doğuran, büyüten ve yayan; hudut boylarının ta kendisiydi.

“Bu dediğim bir teori veya faraziye değildir arkadaşlar.” diyecekti mesela, zamanın başka bir açısında, evrenin başka bir köşesinde bir halk bilimi hocası, üniversite kürsüsünde. “Derin vadiler, uçsuz bucaksız stepler ve boy vermez nehirler, sadece coğrafyayı bölmez; günlük yaşamı, yerleşimler arası ulaşımı ve insanlar arasındaki iletişimi de kısıtlar idi. Bu da bozkırda, dağlık yerlerde veya topolojisi güç koşullarda yaşayan halklar arasında inanılması güç, irrasyonel yani gerçek dışı öykülerin türemesine yol açardı. Tekrar ediyorum; bu bir teori veya nazariye değil, kesin kanıtlarla ispatlanmış bilimsel bir tespittir.” Fakat Melike adında genç, zeki ve kuşkusuz cüretkâr bir öğrenci, el kaldırıp itiraz edecekti hocanın bu bilimsel tespitine. Diyecekti ki, “Doğrusunu isterseniz hocam, bilimsel tespit diyorsunuz da, bu sözünüzle söylemek istediğiniz şey tam olarak nedir? Ben pek anlayamadım. Bununla birlikte, insan yaşamı söz konusu olduğunda neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğu da bir hayli su kaldırır bir mesele kanaatimce. Mesela sizin de pekâlâ tanıyacağınız İtalyan yazar Luigi Pirandello’ya kulak verirsek; ‘Hayat sonu gelmeyen mantıksızlıklarla doludur’ dediğini duyarız, ‘Bu mantıksızlıklar’ diye devam eder Senyör Pirandello, ‘doğru gibi görünmeye bile muhtaç değildirler, çünkü gerçektirler.’ Ve aynı yazar,…” Kendisinin bu keskin, bu umulmadık tiradı sınıfta, itiraz ve alkışlarla birlikte bir kargaşa koparınca Melike bastıracak, “…Ve aynı yazar, hiçbir şeyin gerçek olmadığını da söylemiştir.” diyecekti. “Kaldı ki, bitkilerin, mesela çayırların, ağaçların bile kendi doğalarına özgü bir sezgileri, duyuşları olduğunu ifade ediyor bazı şairler, buna ne diyeceğiz o zaman hocam?”

Yüzüne üstlerinden, üstatlarından öğrendiği o kibirli, alaycı gülümseyişi geçirerek, “Şairleri fazla ciddiye almamanızı tavsiye ederim Melike,” diye cevap verecekti hocası, “onlar sadece kulağa hoş gelen uyaklı yalanlar söyler. Biz burada, bu fakültede, mevzuların temeline, hakikatine inmeye çalışıyoruz.”

Nasıl ki bir zamanlar büyük, meraklı, huzursuz ve bozguncu kafalar, gerçeklik ve gerçek dışılık üstüne uzun mütalaalar yapmış, tasavvurun ve düşüncenin sınırlarını zorlamış, kitaplar, risaleler yazmış ve birtakım bildiriler sunmuş, yasalar açıklamış, felsefi çelişkiler öne sürmüşlerdi; başka zamanlarda veya aynı zamanın başka başka uzamlarında, uzaylarında tıpkı Melike ve onun hocası gibi insanlar, yaşamın enteresan fenomenlerini, doğanın açıklığa kavuşturulması güç gizlerini konuşmaya, kurcalamaya, tartışmaya devam edeceklerdi.