BİRİNCİ KİTAP
AİLE
I
Taşınma işleri bitmişti. Profesör St. Peter, evlendiği günden beri yaşadığı, kariyerinin başladığı ve iki kızını yetiştirdiği ama şimdi boşalttıkları evde yalnızdı. Ev, bir ev ne kadar çirkin olabilirse o kadar çirkindi. Kare, üç katlı, kül rengine boyanmış; eğik zeminli ve sarkık merdivenli, dar ön verandalı, rahatsız edici bir yerdi. O ışıltılı eylül sabahında, boş ve yankılı odalarda hantal bir şekilde dolanırken Profesör, uzun zaman boyunca katlanmak zorunda kaldığı şeyleri düşündü: fazla dik merdivenler, fazlasıyla dar koridorlar, yeşil kiremitli şöminenin üzerinde kalın yuvarlak dayanakların tuttuğu garip meşe raflar…
Hiç sağlam görünmeyen basamaklar, üst kattaki koridorun o gıcırtılı döşemesi, yirmi küsur yıl boyunca hemen her gün yüzünü memnuniyetsizlikle buruşturmasına sebep olmuştu ve hâlâ gıcırdayıp sallanıyorlardı. Eli becerikliydi, hepsini kolayca tamir edebilirdi. Ama daima tamir edilmesi gereken bir şeyler çıkıyor, hepsini halledecek vakit bulamıyordu. Dolaplarını elleriyle yaptığı mutfağa gitti, sadece boyalı bir küvetin kaldığı ikinci kattaki banyoya çıktı; musluklar o kadar eskiydi ki hiçbir tesisatçı damlatmalarını engelleyemezdi. Pencere yalnızca üstten açılabiliyordu. Çamaşır dolabının kapakları da banyoya büyük geliyordu. Kızlarının memnuniyetsizliğini anlayışla karşılasa da banyonun evin en çekici yeri olması gerektiğine dair fikirlerine asla katılmıyordu. Gençliğinin en mutlu yıllarını, Versay’da eski bir evde geçirmişti, evinde banyo olmayan pek çok insan tanımıştı. Ama karısı hep şöyle derdi: “Ülken medeniyete bir şey katmışsa, neden sen de ona sahip olmayasın ki?” Çoğu gece, çalışma lambasını söndürdükten sonra pijamalarını giyip o küvete uzanırdı.
Profesör’ün pijamalar içindeki hâli nahoş bir görüntü değildi. Üzerine geçirdiği her şey, yorulmak bilmeyen bir yüzücünün ince kalçaları ve esnek omuzlarıyla, son derece iyi kemikler üzerine inşa edilmiş bir vücuda sahip olduğunu ortaya koyuyordu. Michigan Gölü’nde (yarı Kanada Fransız’ı, yarı Amerikan çiftçisi) karışık bir soydan doğmuş olmasına rağmen, St. Peter’ın bir İspanyol gibi göründüğü söylenirdi. Bunun nedeni muhtemelen uzun bir süre İspanya’da bulunması ve İspanyol tarihinin belli dönemleri hakkında bir otorite olmasıydı. Van Dyke tipi bir tutam parlak siyah kürke benzeyen sakalla kaplanmış yuvarlak bir çenesi, esmer bir yüzü vardı. Simsiyah ipek gibi saçları, şahin gibi burnu, kalın kaşlarının altında derin çukurlara yerleşmiş, kahverengi, altın ve yeşil karışımı gözleri ile kendine has bir adamdı. Kaşları yüzünden öğrencileri ona Mephistopheles derdi. Gözlerinden kaçmak mümkün değildi, kalabalığın içinde bile olsa istediğini görürdü hemen. O gözler, ateşini hiç kaybetmemişti, ancak şimdi o gözlerin ardındaki adam, yaşam ateşinin sönmeye başladığını hissediyordu.
Başarılı suluboya çalışmaları yapan kızı Kathleen bir keresinde şöyle demişti: “Babamı gerçekten yakışıklı gösteren şey, kulağının tepesi ve kafasının taç kısmı arasındaki şekil bence.”
Kathleen’in bahsettiği o kısım uzun, parlak ve bronz kadar sertti. Gür saçları, kafatasının yuvarlak kısmı boyunca bir ışık huzmesi yayıyordu. Kafasının yandan görüntüsü o kadar kendine has ve keskin, o kadar sıra dışıydı ki bir insandan çok bir heykelin kafasına benziyordu.
Profesör arka bahçesine bakarken gördüğü güzel manzaraya dayanamayıp evin tozlu havasından kaçarcasına aşağı indi.
Duvarlarla çevrili bahçesi hayatında onu rahatlatan ve komşularının kıskandığı tek şeydi. Bahçeyi, eşi gölde ve tenis kortunda çok fazla zaman geçirmesi konusunda rahatsız olmaya başlayınca, ilk kızının doğumundan kısa bir süre sonra düzenlemeye başlamıştı.
Emekli bir çiftçi olan Alman ev sahibi de bahçeyi düzenlemesinde ona destek olmuştu. Yeni bebek, kalabalık bir fakülte yemeği ya da hiç beklenmedik bir hastalık gibi durumlarda Appelhoff, kiranın gecikmesini hiç sorun etmez ama tamirat gibi şeyler için de elini cebine asla atmazdı. Fakat bahçe söz konusu olunca ihtiyar daha anlayışlı oluyordu, Profesör’e toprak ve tohumlar konusunda yardım etmiş, bahçe duvarının masraflarının yarısını ödemişti.
Profesör, Hamilton’da bir Fransız bahçesi yapmayı başarmıştı. Azıcık bir çimen bile olmasa da parıldayan çalılar ve parlak çiçeklerden oluşan bu yarım dönümlük alanda, bahçeye yayılmış at kestanesi, arkadaki beyaz duvar boyunca uzanan biz sıra ince Lombardiya kavağı ve ortada yuvarlak tepeli ıhlamur ağacı vardı. Köşelerde yığınlar hâlinde otlar yetişiyor, dikenli saplar iç içe geçiyor ve büyük çalılar olana kadar budanıyordu. Salata otları için bir alan vardı. Duvardan somon rengi sardunyalar uzanıyordu. Fransız marigoldları ve dahliaları mükemmele yakındı, böylesine dahliaları Hamilton’da başka hiç kimse yetiştiremezdi. St. Peter, yirmi yıldan fazla bir süredir bu toprak parçasının bakımını üstlenmiş ve bahçeye karşı üstünlüğü ele geçirmişti. İlkbaharda, başka diyarlara hasret kaldığında ve tamamlanmamış şeylerin kaygısını duyduğunda, hoşnutsuzluğunu burada giderirdi. Uzun sıcak yaz mevsimlerinde, yurt dışına çıkamadığı zamanlarda evinde, bahçesinde kalır, buğdayı ve mısırı ne kadar besliyorsa, insanı da o kadar yoran nemli kır sıcaklığından kaçmak için karısını ve kızlarını Colorado’ya gönderirdi. Yeniden bekârlığına döndüğü o aylarda, kitaplarını ve kâğıtlarını indirir, ıhlamur ağaçlarının altında bir şezlongda çalışırdı; kahvaltısını ve öğle yemeğini yer, çayını bahçede içerdi. Ve Tom’la, sıcak gecelerde oturup sohbet ederdi.
Ancak bu eylül sabahı St. Peter, sonbahar çiçeklerinin arasında oyalanarak değişimin rahatsız ediciliğinden kaçamayacağını biliyordu. Dik durmalı ve çalışma odasının altında boş bir ev olduğu hissine alışmalıydı. Bir sardunya kopardı ve çiçeği elinde tutarak kararlı bir şekilde iki kat merdiven çıkıp tavan arasına, eğer daha önceki hâline döşenmiş denebilirse, hâlâ döşeli duran odaya çıktı.
Alçak tavan üç taraftan aşağı eğimliydi ve eğim doğuda tek bir kare pencere tarafından kesiliyor, pencere menteşeler üzerinde dışarı doğru sallanıp, pervazdaki bir kancaya takılarak aralıklı tutuluyordu. İçeriye ışık ve havanın girebileceği tek açıklık buydu. Duvarlar ve tavan bir zamanlar çok göze batan ama zamanla alışılan, sarı renk duvar kâğıdıyla kaplıydı. Yıpranmış paspasın üzerinde, duvara dayanmış eski bir ceviz masa ve dönen bir sandalye vardı. Bu mağara yıllardır Profesör’ün çalışma odasıydı.
Alt katta, salonun arkasında, mektuplarını yazığı güzel bir masanın ve kütüphanenin de bulunduğu bir çalışma odası olsa da orası yalnızca göstermelikti, çünkü Profesör’ün çalıştığı yer tavan arasıydı. Üstelik bu küçük yer yalnızca onun da değildi. Sonbahar ve ilkbaharda üçer hafta boyunca burayı, evde eskiden oturanların yeğeni, evliliğe dair hayalleri kalın bir iplikle düğümlenmiş1, dindar bir Alman Katolik olan Terzi Augusta ile paylaşırdı.
Augusta işlerini saat beşte bitirdiğinden ve Profesör hafta içi günlerde burada yalnızca geceleri çalıştığından, fazla denk gelmiyorlardı. Ayrıca birbirlerine saygıları vardı. Augusta işini bitirip gitmeden önce yerlerdeki kumaş artıklarını süpürür, örnek kalıplarını kaldırıp dikiş makinesini kapatırdı. İşi uzar ve temizlik için zamanı kalmayacağını düşünürse de çok dikkatli çalışırdı.
Profesör St. Peter ise işi bittiğinde lambayı söndürmeden önce, Augusta tütünü ve kokusunu sevmediği için, tütün kalıntılarını ve külleri dikkatlice temizler, pencereyi ikinci kancaya kadar açar, gece rüzgârı ile piposunun bıraktığı kokuyu dağıtmaya çalışırdı. Ama yine de kadının ertesi sabah mankenlerin üzerindeki tütün kokusu sinmiş elbiselerle çalışırken ne kadar zorlandığının da farkındaydı.