Edebiyatın bir bütün olarak değiştirme işlevi olduğunu düşünmüyorum. Ancak bana göre edebiyat, görünmez olanı göstermek, anlatılmayanı anlatmak gibi bir mottoyla hareket eder.
- Öncelikle tebrik ederim. Henüz bu ay içinde, Dünyanın Bütün Karıncaları ile Antalya Edebiyat Günleri’nde “En İyi Öykü Kitabı” ödülüne layık görüldünüz. Kitabın isminin de atıfta bulunduğu o “karıncalar”ın, yani depremdeki isimsiz kahramanların ve acı çekenlerin sesinin bu ödülle duyulmuş olması size neler hissettiriyor?
Ödüller, yazma amacının kendisi olmasa da yazının, daha geniş bir okur kitlesiyle, daha görünür şekilde buluşmasına fırsat yaratan önemli araçlarıdır. Özellikle yayın imkânları kısıtlı, bilinirlik açısından büyük yayınevleriyle eşit koşullarda mücadele etme şansı olmayan butik yayınevleri ve onların yazarları açısından temsil, erişim gibi olanakları arttırdığı için güçlenme imkânı sunar.
Bunun yanısıra yalnız bir eylem olan yazma sürecinde yazarın yaşadığı bu yalnızlığın, anlam arayışının, belirsizliğin ve temassızlığın, o an için ortadan kalktığı somut bir an; yazılan metnin bir başkasında (okur ya da jüri) yankı buluşunun tezahürü, duygudaşlığın ve anlaşılmanın en etkili gösterenidir. Bu elbette çok kıymetli bir onaydır. Ancak yine de yazarı, yazma eyleminde asıl tutan, anlatma isteği ve dilin çağrısıdır. Ödüller bu yolda yürürken karşımıza çıkan kutup yıldızı misali yazının okura değdiğini gösteren araçlardan biridir. Bu nedenle de önemi yadsınamaz. Tıpkı okurdan gelen incelikli bir mesaj, bir takdir, bir teşekkür gibi.
Yukarıda yazdıklarıma ek olarak, O isimsiz kahramanların (karıncaların) hikâyesinin biraz daha görünür, bilinir olabilecek olması benim açımdan çok daha kıymetli. Bu ödül ve daha fazlası onların hakkı. Ben sadece onların hikâyesinin bilinmesine aracı oldum. Bu da bana yeter.
- Her iki kitabınızda da Adana, sadece bir mekân değil, adeta yaşayan bir karakter gibi. Ancak bu Adana; kebabıyla, şalgamıyla turistikleşmiş bir Adana değil; Eski Zaman Türküsü‘ndeki rutubetli evler, Dünyanın Bütün Karıncaları‘ndaki “teneke mahallesi” atmosferiyle yoksulun ve ötekinin Adana’sı. Sizi bu “arka sokakların” hikâyesini yazmaya iten temel dürtü nedir?
Birinci neden anlattığım mekânlara benzer bir mahallede doğmuş ve hâlâ da orada yaşıyor olmam. Yani en iyi bildiğim yeri ve o yerin insanlarını yazıyorum. İkinci neden ise sanata, edebiyata bakışımdaki toplum gerçekçi yan diyebilirim. Nicedir edebiyat ezilenlerden ve onların anlatılarından uzak bir yerde duruyor. Ben de naçizane ezilenlerin edebiyatına kendi cephemden tek bir sözcük dahi olsa bile ses olabilmeyi amaçlıyorum.
- Öykülerinizde genellikle “tutunamayanlar” değil, “tutunmaya fırsatı bile olmamışlar” var. Kâğıt toplayıcıları, tinerciler, mevsimlik işçiler, pavyon çalışanları… Bu karakterleri kurgularken, onların sesini “arabeskleştirmeden” bu denli sahici kılmayı nasıl başarıyorsunuz?
Şayet anlattığınız mekânlar ve karakterler sizin yakınınızda bir yerlerdeyse bu yazar için hem avantaj hem de dezavantajdır. Onları ve yaşantılarını ayrıntılarına dek bilebilir ve yazım noktasında çok zorlanmazsınız. Diğer yandan ise insanları, yaşananları, trajedileri kanıksama ve ya dramatize etme gibi bir riskiniz de olabilir. Bu riski bertaraf edebilmek için yarattığınız karakterlere aranıza bir mesafe koymak zorundasınızdır. Öteki türlüsü metni sakatlayabilir diye düşünüyorum. O yüzden de her ne kadar yaşananlar canımı acıtsa da belli bir mesafeden yaklaşıyorum yazdığım insanlara.

- İlk kitabınızın açılış öyküsü Kırmızı Defter‘de, olayları evdeki bir “süleymancığın” gözünden anlatıyorsunuz. Bir trans bireyin trajedisini, duvardaki sessiz bir tanığın gözünden aktarma fikri nasıl doğdu? Bu teknik, okura nasıl bir mesafe kazandırdı?
Süleymancığın çift taraflı bir görevi var öyküde. Bir yanıyla tarafsız anlatıcıyken, diğer yanıyla ise toplumsal ahlak normlarına bir gönderme işlevi görmesini amaçlar.
Teknik açıdan bakarsak öykü tek anlatıcıyla derdini aktarmada zorluk çektiği için ikinci bir anlatıcıya ihtiyaç duydu ve ben de karakteri iyi bilen, yanında yöresinde bulunan bir varlıktan yani Süleymancıktan el aldım.
Meselenin diğer ayağı ise toplumu temsil etmesi idi. Günümüzde toplumsal ahlak normları genellikle üçlü sacayağından beslenir, ataerkil bakış açısı, üretim ilişkileri ve din. Toplum özellikle istismar, tecavüz veya haksızlıklar hususunda bu üç ana unsur üzerinden olaylara bakar ve tutumunu belirler. Süleymancığın küçük gözleri toplumu temsil eder. Görür, duyar, bilir fakat kendisine ucu dokunmayan hiçbir şeyi umursamaz. Hatta yapılan kötülüğün üstünü örtmek için çaba sarf eder.
- Üç Beş Taksit öyküsünde, verem hastası bir babanın “çocuklarına masal anlatmak”, “eşini sinemaya götürmek” gibi ödeyemediği manevi taksitlerinden bahsediyorsunuz. Öykülerinizde baba figürü neden hep bir yanıyla eksik, yaralı ya da “gidici”?
Bunu toplum tarafından baba figürüne yüklenen misyonla açıklayabilirim sanırım. Yoksul evlerin bacalarının tütmesi babaların göstereceği çabayla ilintilidir çoğunlukla. Bu olmadığında genelde içe dönen, çareyi içkide, kumarda arayan karakterlerle karşılaşma ihtimalimiz çoğunluktadır. Bunun üzerine ataerkinin baba figürüne yüklediği güçlü, otoriter ve ekmeğini taştan çıkaran, aileyi birarada tutması gereken anlayışı da eklenince o karakterler doğal olarak, eksik, yaralı, gidici oluyor.
- Sırttaki Maymun öyküsünde madde bağımlılığını “sırttaki maymun” metaforuyla anlatıyorsunuz. Tenekeci’nin oğlunu kurtarma mücadelesi, bireysel bir kurtuluştan ziyade toplumsal bir yaraya parmak basıyor. Sizce edebiyat, bu “maymunu” sırtımızdan atmamıza yardım edebilir mi?
Edebiyatın bir bütün olarak değiştirme işlevi olduğunu düşünmüyorum. Ancak bana göre edebiyat, görünmez olanı göstermek, anlatılmayanı anlatmak gibi bir mottoyla hareket eder. Yazar, olaylara, olgulara, yaşayışlara, trajedilere objektif bir yerden yaklaşır ve işlerse en azından okuyanların kafasında soru işaretleri doğurabilir veya bir duyarlılık yaratabilir diyebilirim.
7. Sarı’nın Yeri öyküsünde meyhane, sadece içki içilen bir yer değil; dertlerin bölüşüldüğü, sessiz bir dayanışma mekânı olarak çiziliyor. Modern kent yaşamında, apartman dairelerine sıkışan insanın bu tür “sığınaklarını” yitirdiğini söyleyebilir miyiz?
Genel anlamda söyleyebiliriz. Fakat yine de hâlâ yer yer nefes alacak Sarı’nın Yeri benzeri yerlerin varlığından da bahsedebiliriz.

Yazarken tanık olduklarımı tekrar tekrar anımsadım ve o günleri yeniden yaşadım.
- Nazê öyküsünde, bali çeken sokak çocuklarının dünyasına içeriden, yargılamayan bir bakış atıyorsunuz. Nazê karakterinin o “falçatalı” sertliğinin altındaki anaçlığı ve koruyuculuğu yazarken, gerçek yaşamdan izler taşıdınız mı?
Evet, taşıdım. Zaten genelde benim yarattığım karakterler gördüğüm, bildiğim, ya da hikâyesine tanıklık ettiğim kişiler. Naze hakkında şunları söyleyebilirim. Evet, öyle bir yaşantıdan sonra evlenmiş ve iki çocuklu bir anne olmuş. Tabi, ben görüp anlatanların yalancısıyım.
- Kitaba ismini veren “karıncalar” metaforu, Unutmayın Ha! öyküsünde 6 Şubat depremine koşan gönüllüleri simgeliyor. O büyük yıkımın ortasında, bireysel kahramanlıklar yerine bu “kolektif isimsizliği” öne çıkarmanızın sebebi neydi?
Malumunuz 6 Şubat depremi tüm toplumu olduğu gibi o felaketi yaşayan bir sanatçı olarak beni de etkiledi. O acılı zamanlar bize çaresizliği, devletin yetersizliğini, trajik kayıpları, evsiz yurtsuz kalanları gösterdi. Ama aynı acılı zamanlar türlü çeşit insanın hiç kimseleri beklemeden yaraları sarmak, ekmek bölüşmek, sesimize ses, çaresizliğimize çare olmak için ülkenin ve dünyanın her yerinden koşup gelenlerle de tanıştırdı. Ben de olayın daha çok kayıp, yıkım tarafını değil, o cehennemi günlerde insanların dayanışma eylemine işaret etmek için karınca dayanışmasını öne çıkarmayı tercih ettim.
- 6 Şubat depremi edebiyatımızda henüz çok taze bir yara. “Unutmayın Ha!” öyküsünde Cumo, Saffet ve Pisboğaz karakterleri üzerinden bu travmayı anlatırken, acıyı sömürmeden kayda geçirme dengesini nasıl kurdunuz? Yazarken zorlandığınız anlar oldu mu?
Bizzat o günlere tanık biri olarak zorlanarak da olsa yarattığım karakterlerle arama mesafe koymak zorundaydım. Yoksa mesele bir dayanışma öyküsünden dramatize bir anlatıya dönüşebilirdi. Yazarken tanık olduklarımı tekrar tekrar anımsadım ve o günleri yeniden yaşadım. Bu da benim için hayli acıtıcıydı.
- Başlangıçların Annesi öyküsünde rotanızı Gazze’ye, Filistin’e çeviriyorsunuz ve Mahmud Derviş şiirleriyle bir bağ kuruyorsunuz. Adana’nın yoksul mahalleleri ile Gazze’nin yıkıntıları arasında, karakterlerin “yersiz yurtsuzluğu” bağlamında nasıl bir ortaklık görüyorsunuz?
Dünyada yaşanan felaketlerin tümü ister savaş, ister yoksulluk, isterse bireysel trajideler olsun siyasi, ekonomik, sosyal biçimleri itibariyle birbiriyle bağlantılı olan olgular. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşanan haksızlıklar bir yazar ve bir insan olarak beni etkiliyor, üzüyor. Bir insan olarak duyarlılığıma ve politik bilincime koşut olarak ülkemde yaşanan trajedilerle dünyanın başka bir yerinde yaşananlara elimden geldiğince sessiz kalmamaya çabalıyorum.
Mahmud Derviş şiirleriyle kurduğum bağ hususunda da birkaç şey söylemek isterim. Genelde Filistin’in bütün kentlerine özelde ise Gazze’ye saldırının hemen akabinde haber bültenlerinden ve sosyal medyadan cehennem görüntüleri geçmeye başlamıştı. Filistinliler dünyanın gözü önünde soykırıma uğruyor ve egemenlerin hiçbirinin sesi çıkmıyordu. Ben önce bir insan sonra yazar olarak her zaman dini, dili, ırkı ne olursa olsun ezilenlerin, sömürülenlerin, haksızlığa karşı mücadele edenlerin tarafında oldum. Çaresizce katliam görüntülerini izlediğim bir gün açıp Mahmud Derviş’in kitaplarını karıştırmaya başladım. O’nun yurdu için döktüğü isyan ve sevgi sözcüklerini tekrar tekrar okudum. Ve akabinde elimden gelen tek şeyin cılız da olsa orada kıyıma uğrayan halkın sesine ses olabilmek niyetiyle oturup bu öyküyü yazdım.
- Gölge öyküsünde Nurettin karakteri, eve erken geldiğinde karşılaştığı manzara sonrası büyük bir içsel yıkım yaşıyor ve finalde beklenmedik bir şiddet patlaması gerçekleşiyor. İnsanın içindeki o “yılanın” uyanışını ve şiddetin yön değiştirmesini nasıl yorumlarsınız?
Bana göre şiddet içsel bir olgudur. İnsanın bilincindeki çelişkilere koşut olarak yönü değişebilir. Haliyle Nurettin’i kendi çelişkileri içerisinde değerlendirip ters bir şiddete doğru sürükledim. Bir nevi klişe olanı yıkıp erkek dünyasının kırılgan, çelişik taraflarını resmetmeye çalıştım.
- Kalbimdeki Şen Kuşlar‘da, “düğün görünümlü yas” atmosferi, coğrafyamızdaki kadınların kaderine bir ağıt mı?
Bir yanıyla kadına yüklenen fedakârlık, aileyi birarada tutma, cefa çeken taraf olarak işaretlemeye çalışırken diğer taraftan da belli bölgelerde gelenek olan (Adana, Mersin, Antakya) hiç evlenmeden ölen genç erkek ve kadınlar için düğün ve cenaze törenlerinin aynı anda yapılmasını işlemeye çabaladım.
- Öykülerinizde şarkılar ve türküler metnin dokusuna işlemiş durumda. “Leylaklar Açmış Gördün Mü?” öyküsünde Şükran ölürken bile fonda çalan şarkılar var. Müzik, sizin yazım sürecinizde bir “sountrack” işlevi mi görüyor?
Öykülerimde kullandığım, şiir, şarkı, türküler metnin gidişatına göre senkranizasyonu sağlarken, diğer yandan ise olayın, durumun duygu yükünü okurla bölüşme amacı taşıyor.
- Her iki kitapta da sokağın dilini, argoyu, yerel söyleyişleri (kuzzulkurt, şarmuta vb.) metnin edebi dokusunu bozmadan, aksine güçlendirerek kullanıyorsunuz. Bu dili “edebileştirirken” nelere dikkat ediyorsunuz?
Abartmamaya. Çünkü yazdığınız metni yalnızca bu dili bilenler ya da Adanalılar okumuyor. Yerel ağzı, bölgeye has deyimleri, argoyu kullanırken yerinde ve dozunda kullanmazsam orada metnin evrenselliğinin bozulacağına inanıyorum. O yüzden elimden geldiğince amacını aşacak denli kullanmamaya dikkat ediyorum.
- Özellikle Dünyanın Bütün Karıncaları‘ndaki öykülerde, çok büyük toplumsal olayları (savaş, deprem) çok kısa kesitlere sığdırıyorsunuz. Roman yerine öyküyü, hatta “kısa öyküyü” tercih etmenizin nedeni, bu çağın hızına bir tepki mi yoksa anın vuruculuğuna olan inancınız mı?
Sanırım lafı çok uzatmayı sevmiyorum. O yüzden de anlatmak istediğimi roman gibi geniş bir perspektifli edebi bir tür yerine nakavt etmeyi hedefleyen öyküyle vermeyi tercih ediyorum.
- Eski Zaman Türküsü‘nde daha bireysel ve melankolik bir hava varken, Dünyanın Bütün Karıncaları‘nda acı daha toplumsal ama “dayanışma” (karıncalar) ile gelen bir umut kırıntısı da var. İki kitap arasındaki bu ton farkını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yazma noktasında henüz emekleme dönemindeyim. Haliyle yolu bilsem de nasıl yürümem noktasında öğrenmem gereken çok şey olduğunun farkındayım. Eski Zaman Türküsü ilk kitabım, doğal olarak da benden, yaşadığım yerden, çocukluğumdan izler taşıyor. Fakat emekledikçe, yolu kavradıkça, öğrendikçe dünyaya, insanlara öyküye daha geniş bir perspektiften bakmaya çalışıyorum.
- Antalya’dan ödülle döndünüz ve okur kitleniz genişliyor. Masanızda şu an ne var? Yine Çukurova’nın, kenar mahallelerin hikâyeleriyle mi devam edeceksiniz, yoksa farklı coğrafyalara veya türlere yelken açmayı düşünüyor musunuz?
Bitirme aşamasında olduğum yeni bir dosyam var. Yer yer Çukurova’dan, gecekondu mahallelerinden izler taşıyan fakat ülkenin bütününün derdi olan öykülerle okurun karşısına çıkmayı planlıyorum. Bu yeni dosyada biçimsel değişikliklere gitsem de, yine ezilenleri, işçi sınıfını, ağzında gümüş kaşıkla doğmayanları anlatmaya gayret ettim.
- “Unutmayın Ha!” öyküsünün sonunda yaşlı bir amcanın “Bizi unutmayın ha!” çığlığı var. Bir yazar olarak, bu kitapla okurun hafızasına neyi kazımak, onlara neyi “unutturmamak” istediniz?
Bana kalırsa edebiyat yalnızca bir keyif ve zaman geçirme aracı olmamalı. Edebiyat, yazar ve okur arasında zımni bir anlaşma ile ileriye taşınacak olayların, olguların, felaket ve trajedilerin insani bir biçimde estetik ile birleşerek tarihe kendi cephesinden şerh de düşebilmeli diye düşünüyorum.
