Emin Efendi köyden dönüyordu. Atından yıkılır gibi indi. Görenler hayvanla sahibinin zayıflıkta yarışa çıktıklarını sanırdı. Bir ayağını üzengiden kurtaramayıp düşecekti az daha. Attan indiği yer, evinden uzaktı fakat o evine kadar yürümeyi tercih ederdi. Her köşeden bir göz çıkıp atıyla kendisinin kasabaya girişini seyrediyordu sanki. Bu kez için değildi. Her seferinde aynı şeyi düşünürdü.
Hâlâ gök gürlüyor, şimşekler çakıyordu. Hacılar’dan kasabaya değin ıslandığı yetmiyordu sanki. Sırılsıklam olmuştu. Yağmuru iliklerinde duyuyordu. Kürek kemiklerinin altı her zamankinden daha fazla sızlıyordu. Kısalmış ceketindeki yağmur damlalarını, kollarının yeniyle sildi.
“Meretin dibi delindi sanki. Benim yola çıkmamı bekliyordu.”
Sakalları uzamış, sırtı kamburlaşmıştı. Yüzünün derin çizgilerine, yaşamdan bezgin ifadesine karşın otuz beşinde ancak vardı. Saçları ıslatılarak taranmıştı ya, yine de dimdikti. Gözleri iyiden iyiye çukura kaçmıştı. Yok yok; burnunda, çenesinde, alnında filan öyle iradeyi, daha başka şeyleri ifade edecek bir özellik yoktu. Alelâde bir adamdı Emin Efendi.
Dereden geçerken hayvanın sıçrattığı çamurlarla kirlenmiş ayakkabılarına baktı. Kaldırımın kenarında bulduğu suyla onları silmek istedi, daha çok bulaştırdı. Golf pantolonu çoraplarının üstünden sarkıyordu. Onun da paçaları kirlenmişti. Kendi kendine “Adam sen de aldırma!” dedi. Hoş, zaten pek de önem verdiği şeyler değildi bunlar. Deseler deseler “Emin Efendi çamur içinde kalmış.” derlerdi. “Onların attığı çamurlarla kâfi derecede kirlenmişim, Allah’ın çamurundan mı utanacağım?”
Kimseye zerre kadar zararı yoktu ama herkes bir şey söylerdi Emin Efendi için. Belki de kendisine öyle geliyordu.
Yağmur dinmişti. Batıda, bir ucu kavakların arasında kaybolan bir gökkuşağı görünüyordu. Öksürmekten korkmasına karşın derin bir nefes aldı. Toprak kokusunda çamurun kirliliğini unuttu. Eyerin üstündeki heybeleri gözden geçirmek lazımdı. Ne olur ne olmaz, belki defterlerden, belki ilaçlardan düşen yahut da köyde unutulan olurdu. Farz edelim ki unuttu yahut da kayboldu, ne yapabilirdi Emin Efendi? Emin Efendi hemen geri dönerdi geldiği yollardan. Hükûmet işi bu! Şakası olur muydu? Heybeleri iyice yokladı. Hayır! Yiten bir şey yoktu.
Zayıf hayvanının dizginlerinden çekerek yürümeye başladı. Ne kendisinde ne de hayvanda yürümeye mecal kalmıştı. Üzerine yeniden çamur sıçramamasına dikkat ediyordu.
Ziraat Bankası’nın köşesine gelmişti. İleride Hacı Arif’in yaptırdığı ev görünüyordu. “Faizci deyyus, yaptır bakalım, sana da kalmaz bu dünya.” dedi içinden. Hacı Arif amelelere yağmurun bozduğu yerleri düzelttiriyordu. Ne de olsa kerpiç duvarları epey hırpalanmıştı.
“Orayı demiyom lan gözü kör olmayası! İlerideki gosgoca gediği görmüyon mu?”
“Ağa evvel şurayı onarayım, ondan kelli orayı…”
“Teresin oğlu! Evvel benim dediğim yer…”
Emin Efendi yanlarından geçiyordu. Hacı Arif bir ara gözünün ucuyla Emin Efendi’yi gördü.
“Hayrola Emin Efendi? Epeyi ıslanmışsın.”
“Hayırlar Arif Ağa… Köylerden geliyorum, Hacılar’dan bu yana sucuğa döndürdü beni.”
“He ya! Çok ıslanmışsın. Bizim duvarların da okudu çarhına, hayırlısıyla bir üstünü kapataydık.”
“Olur ağam, er geç o da olur. Hadi bana eyvallah.”
İnşallah kapatamazsın kerhaneci, dedi içinden. Daha üç beş adım atmamıştı, Hacı Arif arkasından sesleniyordu.
“Emin Efendi, Sarıkaya’dan geçmişsindir. Karacamızların Mustafa bizim paranın lafını etti mi?”
Yok, der gibi başını salladı. Hacı Arif, “Tereslere para vermeli, sonra da it gibi arkalarından koşmalı.” dedi.
Karacamızların Mustafa kendi ayağıyla gelip para verecek cinsten adam değildi. Ama Hacı Arif uğursuzuna da böylesi müstahaktı. “Hayırlısı ile kapatsaymış. Evi yoktu sanki başını sokacak.” Yolun kıyısına birbiri ardına evler yaptırmasının nedeni vardı; memurlar ha deyince ev beğenmiyorlardı. Zaten kasabada da ev denilebilecek çatı altı sayılı idi. Tabii hepsinden kira diye anasının nikâhını isteyecekti. Emin Efendi’ye göre Hacı Arif iblisin ta kendisiydi. Sokağın birinden çıkan çocuklar alabildiklerine bağırıyorlardı.
“Yağ, yağ! Yağmur… Teknede hamur…”
Çocukları sevmezdi Emin Efendi. Kim bilir, belki de bu yaşa geldiği hâlde evlenmemiş olmasındandı. Yağmur istediklerinden fazla yağmıştı. Daha ne bağırıp duruyordu bunlar. Su birikintilerine basmamak için ne kadar dikkat ederse etsin, yine de her yanı çamur içinde kalıyordu. Birden tüylerini ürperten bir sesle irkildi.
“Allah rızası için, ölmüşlerinin başı için bi sadaka…”
Zehra Bacı’nın sesiydi bu, başkası olamazdı. Hani zihnimize yerleşmiş sesler vardır: Emin Efendi için de bu ses işte onlardandı. Kasabaya geldiğinden beri beş parası nasip olmadığı hâlde, ne zaman önünden geçse bu iniltili ses, “Allah rızası için…” demeden bırakmazdı. Acımasız değildi ama vereceği beş kuruşla iflah olmayacağını biliyordu. Sonra onun iniltili dualarının koruyuculuğuna güvenemiyordu.
“Allah versin.”
Zehra Bacı yetmiş iki yerinden yamanmış çullarının içindeydi yine. Her “Allah versin…” sözü suratına çarpılmış bir tokat gibi etkilerdi onu. Utanmazdı utanmaya, keşke tokat atsalardı da yeni atılan paranın avucundakilere çarpmasından çıkacak sesi duysaydı. Ona göre mutluluk bu sesteydi. Gözleri kör değildi ama paraları seslerinden ayırt edebilirdi.
Karşıdaki bakkal, “Para isteyecek adamı da buldun ya gadınım…” dedi.
Bakkal Hüseyin Ağa’ya göre Emin Efendi kendisinden para istenemeyecek bir adamdı. Bütün kasaba kendisini kuruşu kuruşun üstüne düğümleyen bir adam sanırdı bu gibilerin yüzünden. Hâlbuki kendisi para babasıydı, istese Zehra Bacı gibi birkaç tanesini kapısında besleyebilirdi. Öyleyken gözü hâlâ Emin Efendi gibilerin aldığı üç beş kuruştaydı. Hoş, Hüseyin Ağa, “Zehra Bacı, yeter artık dilendiğin, seni gayri ben besleyecem, bırak bu köşe başı beklemeyi…” dese, kadın kalkıp gider miydi? Kasabanın yıllardan beri tanıdığı Zehra Bacı böyle bir işe yanaşmazdı. Günahı vebali söyleyenlerin boynuna, çok parası var diyorlardı. Lakin oğlu rahat durmuyormuş, anasının para çıkınlarını hangi köşelere sakladığını keşfetmek için dört dönüyormuş.
“Para isteyecek adamı da buldun ya…” Bu deyyus akşam akşam küfür istiyordu Emin Efendi’den. Onun tuzağına düşmediği için en kötü adamlardan biri kendisiydi. Çoğu memur Hüseyin Ağa’nın İstikamet Bakkaliyesi’nden alışveriş ederdi. Peşin para vermek şart değildi, hatta veresiye daha çok işine geliyordu. Lambaya fitil mi lazım, hanımefendiler tutuşturur hizmetçinin eline defteri, koş Hüseyin Efendi’ye… Evde şeker mi tükendi, elde para mı yok, al defteri koş Hüseyin Efendi’ye… Ay sonu geldi mi evdeki hesap Hüseyin Efendi’ye uymaz ama kim farkında… Çocuklara küflenmiş, içinden Tarzan resimleri çıkan çikolataları satabilmek için bir ikisinin eline tutuşturur, öteki memur çocukları, ağlaya zırlaya annelerinden koparabildikleri çeyreklikleri ellerinde, doğru Hüseyin Ağa’nın İstikamet Bakkaliyesi’ne…