Emre Nazım Mert ile Hikâye Taciri Üzerine


Eylem de eylemsizlik de insanı felakete sürükleyebilir.

Benim yazma sürecimde öncelik hikâyenin kendisidir. Bir şeylere atıf yapmak, bir meseleden şikâyet etmek, bir konuda mesaj vermek için yola çıkmıyorum. Elbette hikâye anlatılırken içindeki karakterler, nesneler, durumlar, olaylar üzerinde bazı anlamlar birikmeye başlıyor. Benim de hoşuma gidiyor bu.

1. Öncelikle tebrik ederiz. ‘Hikâye Taciri’, 11. GİO Ödülleri’nde En İyi Roman ödülünün sahibi oldu. GİO, genellikle fantastik, bilimkurgu ve korku türlerine odaklanan bir platform. Romanınız ise hem bir ‘yazarın kayboluşu’ üzerinden kurgusal bir gerçeklik yaratıyor hem de mitolojiden yakın tarihe uzanan öyküler barındırıyor. Bu ödülü, kitabınızın ‘tekinsiz’ atmosferinin bir tescili olarak mı görüyorsunuz, yoksa bu tür sınıflandırmalarının ötesinde bir yerde mi konumlandırıyorsunuz?

Öncelikle teşekkür ederim. Spekülatif türlere yoğun bir ilgim olsa da tür sınıflandırmalarının ötesinde konumlanmayı tercih ederim. İleride tüm fizik kurallarına uyan bir metinle çıkıp geldiğimde garipsenmek istemem çünkü. Neticede bir kurmaca ürünü iyiyse, iyidir. Frankenstein ilk basım tarihinden iki asır sonra bile keyifle okunabiliyorsa, bence bunun temel sebebi bilinen ilk gerçek bilimkurgu örneği olması değil, iyi bir roman olmasıdır.

2. Kitapta Korkut karakteri, ’Bu devirde herkes biraz akıl hastası değil mi zaten kardeşim?’ diyor. Romanınızdaki fantastik öğeler -Yelkız, şekil değiştirenler, tılsımlı nesneler- gerçekliğin katılığına karşı bir kaçış mı, yoksa karakterlerin içsel travmalarını somutlaştıran birer metafor mu?

Belki bir kaçış ama nereye kadar? Bunu daha önce, başka bir mecrada da söylemiştim: En acayip hikâyeler de bu dünyanın deneyimiyle yazılıyor. Metafor meselesine gelince, kesin bir yanıtım yok doğrusu. Ama bazen bir karakterin içsel travması doğaüstüne davetiye çıkarabiliyor. Yine de doğrudan bir metaforu, temsili değil, çağrışımları, anlam birikmesini tercih ederim.

3. Roman, bir ‘Ön Söz’ ile açılıyor ve anlatıcı Ozan Kaçmaz, yazar Devran Dönmez’in ortadan kaybolduğunu, elimizdeki metnin onun bıraktığı dosya olduğunu söylüyor. Bu girişle okuru kurmaca ile gerçeklik arasındaki o ince çizgiye davet ediyorsunuz. Ana karakterin ormanda hayatta kalmak için hikâyeler anlatmak zorunda kalması, modern bir Şehrazat göndermesi taşıyor. Bu ‘hayatta kalmak için anlatmak’ izleği, günümüz yazarının varoluş sancısına bir atıf mı?

Evet, böyle bir okuma mümkün ama yazarken böyle düşünmedim. Benim yazma sürecimde öncelik hikâyenin kendisidir. Bir şeylere atıf yapmak, bir meseleden şikâyet etmek, bir konuda mesaj vermek için yola çıkmıyorum. Elbette hikâye anlatılırken içindeki karakterler, nesneler, durumlar, olaylar üzerinde bazı anlamlar birikmeye başlıyor. Benim de hoşuma gidiyor bu.

4. Devran, ormanda hikâyeler anlatırken ‘Bir yerlerde, bir biçimde, öyle ya da böyle hikâyemizin anlatılacağını fark ederek yavaş yavaş yatıştım’ diyor. Bir yazarın, kendi kurgusunun içinde bir karaktere dönüşmesi ve sonunda ’Hikâyeci değil hikâye olarak’ varlığını sürdürmesi fikri, yazma eyleminin yazarın benliğini yok ettiği bir süreç midir size göre?

Bu tarz sorular, okumalar hoşuma gidiyor ama bazen kesin bir cevap veremiyorum maalesef. Romanın kurgusunda, en azından yüzeydeki hikâyede mevzu şuydu: Kimileri çocuğuna aktardığı DNA’sıyla, kimileri sanatıyla, kimileri de itikadıyla ölümsüzlüğün peşinde. Devran’ın nazarında bir hikâyeye dönüşerek de sürüp gitmek mümkün. Neticede hikâyeler tekrar tekrar okunabilir, anlatıldıkça değişip dönüşebilir, yeni versiyonları bile çıkabilir, öyle değil mi?

5. Korkut karakteri; elindeki göz biçimli yara izi, çantası, yatağanları ve doğaüstü olaylara (Yelkız gibi) yaklaşımıyla modern bir şaman ya da ‘cadı avcısı’ havası estiriyor. Ancak o, kılıçtan çok ‘anlaşma’ ve ‘denge’ peşinde. Korkut’u yaratırken Anadolu korku mitlerinden veya halk inanışlarından nasıl beslendiniz?

Korkut’u başından beri bazı özellikleri kırpılmış bir şaman olarak hayal ettim. Elbette o aynı zamanda hem bir cin peri dedektifi hem de âlemler arasında bir diplomattır. Genellikle bizim kültür dairemizin mitik varlıkları ve korku unsurlarıyla karşı karşıya gelir. Bazı şamanların kötü ruhlara sopalarla hücum ettiğine dair yazılar okumuştum, Korkut’un ahşap yatağan taşımasının sebebi budur. Alelade bir sopa da kullanabilir tabii ki ama müşterilerine, “Hazret geldi, sopayla havayı dövdü gitti,” dedirtmek istemez. Elindeki yara iziyse kadim bir semboldür. Fatıma’nın Eli ve Hamsa olarak bilinen bu sembolün tarihi muhtemelen çok daha eskilere dayanıyor.

6. Ormanın sahibi Yelkız, avcılardan diyet olarak hikâye istiyor. Doğanın talan edildiği, ‘Ağaçlara kıydınız. Dağları dümdüz edip ak taşlar, altınlar çıkardınız’ denilen bir çağda, Yelkız’ı ekolojik bir intikamcı olarak okumak mümkün mü? Yoksa o, insanın unuttuğu ‘eski zamanların’ cisimleşmiş hâli mi?

Yelkız’ı doğanın insanlarla iletişim kurabilen bir uzantısı olarak kabul ettiğimizde, onu ekolojik bir intikamcı olarak okumak en doğrusu. Aslında gereği yokken, sadece romanın anlatıcısı, hikâyecisi Devran’dan değil, tüm av takımından hikâye anlatmalarını istiyor. Onları tanımak, sıkıştırmak, hesap sormak istiyor.

7. Kitabın içinde anlatılan hikâyeler, okuru çok farklı atmosferlere sürüklüyor. ‘Kıyant ile Oğuz Kağan’da destansı bir dil ve mitolojik bir atmosfer hâkimken, ‘Rum Geceleri’nde ise tarihsel bir kurguyla karşılaşıyoruz. Bir romancı olarak bu kadar farklı ses tonlarını aynı potada eritmenin zorlukları nelerdi?

Hikâye Taciri, el aldığı mite ve kurgusunun doğasına uygun olarak pek çok farklı hikâyeye davetiye çıkarıyordu. Hepsinin kendine has bir yapısı, atmosferi olmalıydı ve kurguya zarifçe yerleşmeleri lazımdı. Dolayısıyla hepsi kendine göre zorluklar çıkardı. Kıyant ile Oğuz Kağan’da Türkçe kökenli ya da en azından öyleymiş gibi tınlayan kelimeler kullanmak zorundaydım mesela. Hikâyenin benden istediği buydu. Rum Geceleri’nde ise bir tarih dersine dönüşme riski vardı. Kurguda, ana roman anlatısından hikâyelere geçişleri yumuşatmak için Devran’ın bir yazar olmasından faydalandım. Devran çoğu zaman, bir taraftan kurmacanın nasıl çalıştığını da göstererek, okurları yavaş yavaş hikâyelere hazırladı.

8. Kitapta anlatılan öykülerden biri olan ’Bu Şehri Neresinden Öpmeli?’, şehirle kurulan fiziksel ve ruhsal ilişkiyi, bir ölüyü öpmeye kadar vardırıyor. Bu öyküdeki tekinsizlik ve melankoli, romanın genelindeki ‘eşikte olma’ (ne ölü ne diri, ne gerçek ne hayal) hâlini özetliyor gibi. Bu öykünün sizin için özel bir yeri var mı?

Bu Şehri Neresinden Öpmeli yazdığım en şahsi hikâye olabilir. Aynı zamanda kendi yazım sürecimin bir istisnasıdır. Yine okuru öncelikle yüzeydeki hikâyeyle cezbetmeye, herhangi bir mana dayatmamaya çalışmasam da esasında hikâye ve benim için temsil ettikleri bana aynı anda görünmüştür. Örtüleri kaldırıldığında BŞNÖ yazma çabasındaki bir kişinin serüvenini ve tekâmülünü anlatır. Bu yüzden benim de Devran’ın da içinde hapsolduğumuz hikâye odur.

9. Kitapta William Blake’ten bir alıntı var: ’Arzulayan ama eyleme geçmeyen kişi hastalık doğurur’. Mehmet Bey karakteri, eyleme geçme (öldürme/avlama) arzusunun kurbanı olurken, anlatıcı Devran eylemsizliği (sadece anlatmayı) seçerek kurtuluyor ama bir yandan da yok oluyor. Modern insanın trajedisi bu iki uç arasında mı salınıyor?

Eylem de eylemsizlik de insanı felakete sürükleyebilir. Ve tabii ikisi de hayırlara vesile olabilir. İnsanın arzusu başkalarına ya da dünyaya zarar verecekse eylemsiz kalması yeğdir. Ama herkes o kadar erdemli midir? Çok karanlık yerlere gidebilir bu mevzu. Romana gelirsek, Devran, bize anlattığı kadarıyla, fiziki olarak eyleme geçmese de bir biçimde hikâye anlatmayı başararak arzusunu eyliyor aslında. Böylece onu dünyaya eğreti hissettiren buhrandan yavaş yavaş kurtuluyor.

10. Romanın sonunda Devran, Korkut ile yola çıkmaya, ’Hikâyenin içine doğru’ gitmeye karar veriyor. Bu, okura bir devam kitabının müjdesi mi, yoksa kahramanın sonsuz bir döngüye girdiğinin ilanı mı?

Hikâye Taciri’nin çemberi kapandı. Başka bir kitap gelmese de okuyanlara keyif verecektir diye umuyorum. Yazmak istediğim başka başka romanlar var. Yine de bazen kendimi Devran ve Korkut’u acayip bir hikâyenin içinde hayal ederken buluyorum. Mesela bir cin düğününde… Sanırım bu ikili yakamı hiç bırakmayacak. Kısa vadede olmasa da hikâyeleri devam edecektir.

11. Emre Nazım Mert’in bundan sonraki rotası da ‘Acayip Hikâyeler Turnesi’ mi olacak?

Sonraki rotamız onuncu yüzyılın İslam coğrafyası. Üstelik benim uydurduğum, uyduracağım kısımlar dâhil tüm hikâye gerçek.