Yaşamın Arafındaki Adam: Emin Efendi

“Ben ikinci defa dünyaya gelsem ezdirmezdim, idare ettirmezdim kendimi. Başkalarından yaşamayı öğrenmeyi çalışmaz, onlara öğretirdim. Yaşardım, sahiden yaşardım. Her şeyin ayrı tadı var: Güneşin, açlığın, tokluğun, kavganın, sevginin, kumarın, içkinin, paranın… Güçlü kuvvetli, yakışıklı olurdum. Şaşırırlardı görünce. Hiçbir işime karışamazlardı, bildiğim gibi yaşardım”

Emin Efendi, Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun yıllar önce Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan tefrikalarından derlenip kitaplaşan bir roman. Vacilando Kitap editörü ve yazarı Elvan Kaya Aksarı’nın bu tefrikaları radyo tiyatrosundan dinlemesi ile başlıyor Emin Efendi’nin kitaplaşma serüveni. Aksarı’nın önerisi ile Vacilando Kitap Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Okumuş tefrikalara ulaşıp baştan sonra okuyor. Sonrasında Muzaffer Bey’in kızı Ayşe Hacıhasanoğlu ile iletişime geçilmesi sayesinde romanın orijinal nüshasına da ulaşılmış oluyor. Ayşe Hacıhasanoğlu’nun pek çok Rus Edebiyatı klasiğini Türkçe ’ye kazandırmış bir çevirmen olması da bu hikâyeyi özel kılan unsurlardan biri. Titizlikle yürütülen bir çalışma ile romanı kitaplaşmış haliyle okuma şansına sahip oluyoruz. 

Bu sürecin neticesi, edebiyatımız adına kıymetli bir kazanım olmakla birlikte aradan geçen 50 yıl göz önünde bulundurulduğunda yayıncılığımız için düşündürücü bir örnek. Öyle ki Hacıhasanoğlu uzun yıllar yazmış, edebiyatımıza birçok eser bırakmış bir kalem. Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü de kazanmış böyle bir yazarın, Cumhuriyet Gazetesi gibi köklü bir yayın organında tefrika edilmiş romanının şimdiye kadar kitaplaşmamış (gözden kaçmış) olması yayıncılık dünyamız adına da bir eksiklik sayılmalı mı? Romanı bitirdiğimde bu soruya yanıtım “Kesinlikle evet” oldu. 

“İntibak edememenin kurbanlarından biri”

Romanın başkahramanı Emin Efendi, İç Anadolu’nun bir kazasında sıtma savaş ocağında çalışan bir memurdur. Görevi, kazanın köylerini yaşlı atıyla dolaşıp hastalara devletin hapını dağıtmak olan Emin Efendi, hasta anasıyla yaşayan 30 yaşlarında alelade bir adamdır.  Ne hali vakti yerinde ne de düşkün sayılabilecek kadar yoksul biri. Çelimsiz, üstü başı özensiz, ilgi uyandırmayan görünüme sahip, hükümetin küçük bir memuru… Tüm bu “aleladelik” onu fark edilmez kılmaya yeterli sanılsa da yaşadığı o küçük coğrafyadaki ahalinin hakkında menfi duygular hissetmesine yol açacak esaslı bir sebep vardır: İntibak edememek. 

Bizim köylüye zayıf yanını vermeyeceksin. Emin Efendi işe ve muhite intibak edememenin kurbanlarından biridir. Köylüye, köylünün pisliğini, kendisinin insanlıktan uzak olduğu söylenirse, o köyde nasıl vazife görülür?”

Kazanın kıdemli doktoru, yeni gelen meslektaşına Emin Efendi’yi bu şekilde anlatıyor. Kendine orada ve o vazifede olmayı yakıştıramayan, köylülerle kavgalı, şehre tayin olmak arzusunda, gelgelelim bir ideal kurup uğruna çaba harcamaktan yoksun, oldum olası tembel bir adamdır Emin Efendi.

Çocukluk dönemine baktığımızda, İstanbul’da hali vakti yerinde sayılabilecek bir ailede doğmuşken, babasının önce iflas edip hemen ardından da ölmesinin tesiri olduğunu varsayabiliriz görünen o manzarada. Belli ki bir sürgün hayatı yaşadığını düşünmektedir. 

İçinde bulunduğu çevreye aidiyet hissetmedikçe kapanmış, kapandıkça intibak edememiş biri o. Çocukları sevmeyen, kadınları baş belası olarak görüp evlenmeyen bir uyumsuz… Uyuşmazlık kendi hanesinde de mevcut. Kasabanın türlü dedikodusunu eve taşıyan, onu evlendirmek için türlü numaralara başvuran yaşlı anası ile didişmekten yorgundur Emin Efendi. Huzur veya dinginliği yalnızca başını yastığa koyduğunda bulabilir.

İdealize edilmemiş karakter

Muzaffer Hacıhasanoğlu’nun Emin Efendi’si, dönemin toplumcu yazarlarından karakter inşası yönünden de belli noktalarda ayrışıyor. Çoğu köy romanında ırgat, öğretmen, doktor gibi başkarakterler doğruyu gösterme veya erdemli yaşama yönünde bir görevle hikâyeye yön verirken Emin Efendi’nin yanlışları düzeltme gibi bir çabası bulunmamakta. Namussuz saydığı kasaba esnafı, kardeşini kendiyle evlendirmek isteyen komşusu, dedikoducu mahalleli ile kavga halinde veyahut arasına set çekiyor. Gelgelelim kendisinin ahlak yasasının doğruluğu da tartışılır vaziyette. 

Fevzullah Azmi karakteri ile tanışması ve devamında yaşananlarla yoldan çıkarılmaya müsait bir yaradılışa sahip olduğuna kanaat getiriyoruz Emin Efendi’nin. Başkalarında görüp – hatta bazen şahit olmasa da-  kınadığı zaafların, yanlışların pençesinde bulabiliyoruz Emin Efendi’yi.

Vaziyeti tarif ederken “yoldan çıkmak” deyimini kullansak da esas mesele şu ki Emin Efendi yolu olmayan bir karakter. İdealize edilmemiş olmayı bu tarifle de ele alabiliriz. Ne iyi ne kötü, ne doğru ne yanlış diyebileceğimiz bir adam o. Tabiri caizse yönsüz. 

Emin Efendi’nin yönsüz hâlini çocukluğundan beri ona örnek olabilecek bir figürün olmamasına da bağlayabiliriz. Gerek bu yoksunluk gerekse kendini inşa edememiş olmanın bocalamasıyla yaşamaya çalışmaktadır Emin Efendi. Bu yönsüz vaziyetin farkına biraz da Celal Bey ile karşılaştıktan sonra vardığını düşündürtüyor hikâye. Denilebilir ki daha önce tanıyıp bildiklerinden farklı, Emin Efendi’nin hem belli bir bağ kurduğu hem de öykündüğü bir figür oluveriyor Celal Bey.

Celal Bey hadisesi

Celal Bey, Emin Efendi’nin hap dağıtmaya gittiği bir köye ansızın gelip yerleşmiş bir yabancıdır. Ahaliye hâkim olduğunu söyler. Bu davetsiz misafirliği doktor tavsiyesi üzerine geçici mekân değişikliği olarak açıklayıp şüpheleri savmak adına köyün jandarma komutanlığına kimlik kontrolü için gitse de hakkındaki söylentiler sona ermez. Ona bir tek köyün eskilerinden Ali Dayı itimat edip evinin odasını kiralamıştır. 

Celal Bey’i tanıdıkça onun Emin Efendi ile yakınlık kurmasını sağlayan nedeni az çok fark ediyoruz. Benzer intibak edememe hâli onda da mevcut. Hikâyenin sonuna doğru daha da iyi anlaşılacaktır ki Emin Efendi’yi tanıyıp da onu anlayabilecek yegâne kişidir Celal Bey. Emin Efendi’den farkı ise yolunu çizmiş biridir; hem de zahmetli biçimde.

Celal Bey’in hastalanması ve Ali Dayı’nın o vakitlerde köye gelen Emin Efendi’yi Celal Bey’e götürmesi ile geçmişin perdesi aralanır ve konukluğun sebebi anlaşılır. Öyle ki Celal Bey uykuya daldıktan sonra sabaha kadar onun hatırlarını yazdığı defteri okur Emin Efendi. Gizlediği macerası, onu o köye getiren sır, bundan sonraki gayesi topyekûn o defterde yazılıdır ve sonra görürüz ki Celal Bey, Emin Efendi’nin o defteri okumasını özellikle istemiştir. Kendi adına bir iç dökme de denebilir buna.

Celal Bey’in hatıratları sayesinde onun kişisel tarihi kadar 2. Dünya Savaşı dönemi gençliğinin ideolojik ayrışmalarına da tanık oluruz. Avrupa’da artan rüzgârının etkisi ile hareketlenen Türkçü düşünceler, sosyalist ideolojinin üniversitelerde filizlenmesi, siyasal İslam’ın entelektüel ideologları ile gençlik içinde yayılması, yeni burjuvazi ve hayalleri eşliğinde o devrin kent panoramasını da kısaca gözler önüne sermektedir Hacıhasanoğlu. 

Romanın tümüne baktığımızda, kurgu, karakterler üzerinden ilerlerken yazarın hikâyeyi o dönem ve coğrafyanın atmosferine dair manzaralarla bezediğini görüyoruz. Oluşan bu fon, hikâyeyi aksatmak bir tarafa onu besleyerek önemli bir derinlik katıyor. 

Dönemin atmosferi

Kurgunun ana aksı, cumhuriyet devrimlerine mesafeli veyahut muhalif kesimin 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği sıkıntılarla tabanını iyiden iyiye genişlettiği bir dönemde geçiyor. Çok partili döneme geçiş sürecinin sancıları ile birlikte kurucu partinin idaresindeki hükümet kanadı (milli şef dönemi)  halkın memnuniyetsizlik duyduğu kimi uygulamaları gevşetme veya kaldırma yoluna gitse de kapanması zor bir mesafenin varlığı hissediliyor. 

Romanda Emin Efendi’nin çevresi üzerinden köy veya kasaba halkının devlet bürokrasisine karşıtlığını, hükümet iradesine itimatsızlığını okuyoruz. Öyle ki dağıtılan hapları, “Sarartıyor” diyerek almak istemeyen, oy kullanmamak için ayak direyen bir tutum var ortada. Türkçe ezandan modern giyime tüm değişimleri din düşmanlığına bağlayan bu tutum, köy odaları veyahut kahvehanelerdeki konuşmalarla yansıtılıyor. Diğer tarafta ise romandaki doktor karakteri üzerinden eğitim görmüş “cumhuriyet kuşağı” mensuplarının da o kitleyi cahil olarak addettiği bir kesit var. Doktor, cehalet ve yoksulluğun kader değil tamamen tembellikten ileri geldiği vurgulamaktan geri durmuyor.

Döneme dair bu atmosferi, günümüzde derinleşen sosyolojik yarılmanın nüvesi olarak ele alırsak sanırım yanılmayız. Tam da bu noktada edebiyatın uzanabildiği mesafeye, düş ile gerçeği harmanlama, anlatma ve aktarma niteliğine örnek teşkil edebilecek bir metin olarak görebiliriz Emin Efendi’yi.

Hakikat

“Bu adam korkuyor insanlardan. O Korktukça ötekiler daha çok üzerine düşüyorlar.  Belki de korkuları vehimden ibaret!”

Hasta yatağında kendini hesaba çektiği bölüm Emin Efendi için bir itiraf olduğu kadar aynı zamanda –hâlâ- bir açıklık arama çabasıdır, umudu imler. Önce kendi işe yaramazlığını, içindeki kötülüğü itiraf etse de ardı sıra toplumun anlayışsızlığını, çürümüşlüğünü, zorbalığını kötüler ve insanları sebep gösterir.

Olduğum gibi bırakmadılar beni. Takatımın üstünde işler istediler benden.”

Kendi hatalarının, günahlarının, yaptıklarının, yapamadıklarının farkındadır. Hayıflanmalarını işitiriz. Ne var ki bunların müsebbibi de onu kendilerine benzetmek isteyen diğerleridir. 

Celal Bey’in onu dinledikçe içinden geçirdikleri, metnin Emin Efendi’nin nezdinde insan ruhunu ele alış biçimini yansıtmaktadır. Her insan içinde iyi ve kötüyü barındırır. Esasında başkalarının Emin Efendi’ye yansıttığı kötü duygular, suçlamalar, yakıştırmalar çoğu zaman kendilerini daha iyi görebilmek arzusuna dayalıdır. Emin Efendi, vehme kapıldıkça çevresindeki topluluk da bunun ardına düşmüştür. 

Emin Efendi lanet bir cimridir, harcamaz saklar, imkânı olsa da yaşlı anasına ve takatsiz atına bakmaz, acizdir, hırsızlık yapar, gün gelir namusa göz diker. Kimi hakikat kimi yalandır. Emin Efendi ise hakikati inkâr, yalana itiraz için boyuna didinir. Sonu gelmez bir uğraştır bu. Bundan sebep:

 “Ne kendi yolunu çizebilmiş ne de çizilen bir yoldan yürüyebilmiştir Emin Efendi.”

Yazan: Başar Yılmaz